9 Mart 2014 Pazar

Davullar çalıyordu
                             nasıl da ritmiktiler
Borazanlar ve flütlerden süzülüyordu notalar
                                                                   sarhoş başlarına dans eder gibi
Ve delilerin bağırışları öyle güzel
                                                  öyle kulak okşayıcıydı ki...

İşte o an uzattım göğe ellerimi
Uzaktı ellerim gökten uzak
                                          ve uçuyordu sanrılarım yıldızların ilerisine
Kahkahalarım vurdu bulutlara dalga dalga
Ve haykırdım yaşayan hiçbir şeyin olmadığı o noktaya
                                                                                  açılın
                                                                                           açılın özgür bir insan geliyor

Açılın
          açılın özgür bir insan geliyor
Bırakmış her şeyini bit pazarına
Delicesine sözleri
                           ve şakaklarında kor ateşiyle
Bir sınırsız insan geliyor
Açılın
          ansiklopedi maddesi gibi olan siz
                                                            ruhunu tozla boğmuş olanlar
Defolun
             defolun özgür bir insan geliyor

2 Mart 2014 Pazar

Sembolik Mizansen veya Zihnimin Derinliklerinden Polaroid Bir Fotoğraf

Gökyüzü tamamen bulutlu; gri bulutlar kapatmış gökyüzünü ve güneş yok, yağmur da yok. Kısa bir sokak mekan; darmadağınık her şey, dükkanların kepenkleri inik, çöp kutuları devrik, çocuklar oynamıyor, evlerin panjurları kapalı. Bulunduğum noktanın soluna doğru koşuyor bir genç adam elindeki tabancayı ateşleyerek koşuyor, üstündeki füme rengi palto uçuşuyor. Kafasındaki berenin altından birkaç tutam sapsarı saç gözüküyor. Sağ tarafımdan makineli tüfeklerin uğultuları yükseliyor, ve kurşunlar gözümün önünden geçiyor. Kafamı sağa çevirsem ateş edenleri göreceğim ama çocukça bir inatla yapmıyorum. Onlar yerine devrilen, sallanan, yıkık tabelaları izliyorum ve duvarlardaki kurşun deliklerini ve yerdeki boş kovanları ve sağa sola uçuşan çöpleri. Arkamdaki binaların önümdekilerden hiçbir farkı yok, aynı kepenkler, tabelalar, panjurlar, kurşun delikleri. Asfalta ve kaldırımlara bakıyorum, bombaların açtığı çukurlara. Genç adam kadrajımdan çıkar çıkmaz kendime bakıyorum.

Üstümde açık mavi kot ve beyaz v yaka tişört var. Ayakkabı giymemişim. Bileklerimde hiçbir şey yok. Elimde bir kitap tutuyorum; William Golding'ten Sineklerin Tanrısı'nı. Boşta duran elimi ise bir an fazlasıyla uzamış sakalımı sıvazlamak için kullanıyorum. Ellerimi sonra kitabın üstünde birleştiriyorum. Yeniden sokağın karşısına bakıyorum. Muazzam bir sükunet var üstümde. Yüzümde yarım bir sırıtış taşıyorum. Gözlerimin arkasında bir merak yatıyor. Manzaranın tadını çıkartıyorum. Bir beklenti kaplıyor içimi ve yanımda duran pikaba bir Louis Armstrong plağı takıyorum.

Ve sonra beklentilerimi boşa çıkartmayacak bir olay gerçekleşiyor. Tam karşımdaki binalara napalm bombası atılıyor. Bir anda her şey alev alıyor. Pencereler, dükkanlar, tabelalar; her şey, her şey alev alıyor. Yanan insanlar pencerelerden atlıyor veya kapılardan koşarak kaçmaya çalışıyorlar. İnsanların çığlıkları sağır edecek kadar güçlü. Bazıları sokağın iki ucundan birden ateş edilmeye devam eden mermilerle vuruluyor. Ne olursa olsun o mermiler ateş edilmeye devam ediyor. Binalar yanıyor, yanıyor, yanıyor. Ateşin korkusu ve görüntünün nefes kesiciliği kan akışımı hızlandırıyor. Havadaki yanık kokusu ciğerlerime iniyor. Gökyüzünün grisi canlı bir kırmızıya dönüşüyor. Yangına Louis Armstrong ve Ella Fitzgerald Dream a Little Dream of Me söyleyerek eşlik ediyor. Yukarı yükselen dumanlara ve göğün kızıllığına bakmak için kafamı yukarı kaldırıyorum alevlerin sıcaklığı tenime vururken.

Kafamı aşağıya indirdiğimde sokağın karşısında sol tarafta bir kadın görüyorum. Benim yaşlarımda bir kadın, orta boylu, kestane rengi düz saçlar ve açık kahverengi gözler ve açık bir ten rengi. Kıvrımlı bir vücudu var. Burnu ufak, sırıtış çarpık ve bakışları beni delip geçiyor. Üstünde siyah ince bir hırka, bir beyaz gömlek var, altına dizlerinin altında biten siyah bir etek giymiş ve ayaklarında siyah babetler. Gözleri benim üstümde. Saçları dalgalanıyor hafiften. Etrafını kesinlikle umursamıyor. Sağ eli çenesinin altında, sol eli ise sağ dirseğini tutuyor. O çarpık sırıtış dişlerini gösterdiği bir gülüşe dönüyor. Ellerini serbest bırakıyor. Yavaşça hırkayı çıkartıyor önce, üstüne dönüyor bakışları, gülümseme yok oluyor. Sonra gömleğin düğmelerini çözmeye başlıyor. Yarı yolda duruyor bir anda, gözlerini bir kez daha bana döndürüyor, o gülümseme yerine geri geliyor. Ellerini gömleğinden çekiyor ve eteğini çıkartıyor. Bacaklarının biçimi ortaya çıkıyor. Ağır, tasasız ve kendinden emin adımlarla asfalta adım atıyor. Ayakkabılarını yolda bırakarak, kurşunlara dokunmadan, yavaşça bana doğru yürüyor.