Seni nereden buldum, nasıl buldum, kim öğretti ismini, neden
ezberledim resimlerini bilmiyorum. Bir bakıyorum ki karşımda duruyorsun öyle,
sonra bir bakıyorum ki halüsinasyon görüyormuşum. Sesini bir kere duymuşum ya,
ne yazıyorsan o sesle duyuyorum.
Elimde bir kitap tutuyorum. Kitabın anlattığı bir hikaye var
elbette, ama o asıl derdini satır aralarından fısıldıyor kulağıma. Hayatta ne
yaptığını bilmeyen bir adamın kendi içindeki hesaplarını, kapıldığı
rüzgarlarını, umutlarından büyük umutsuzluklarını ve tesadüflerin onu çekip
fırlattığı yolları anlatıyor kitap ama ben bunları anlamıyorum. Kitaptan aklıma
ufacık kırıntılar doluşuyor ve zaten düşünmekten alabildiğine uzak aklım bir
adım daha sapıyor rotasından.
Gazete okumanın hiçbir güzel tarafı kalmadı. Vatanımın üzerinde
neler olduğunu gördükçe yerin dibine girmek istiyorum ama yer beni kabul
etmiyor, çünkü orası şehit yurdudur, şehitlerle aynı yeri paylaşmak için
dünyalara yetecek kadar haysiyet, irade ve fedakarlık lazımdır.
Sabahın köründe kahvaltı hazırlamak zor oluyor. O yüzden genelde
dışarıda kahvaltı ediyorum. Dışarıda kahvaltı etmek keyifli oluyor. Hem tek
başına da kalmıyorsun, illa ki bir arkadaşın seninle geliyor, güle oynaya
tıkınıyorsun.
Felsefeyi gram sevmiyorum. Sürekli bir mantık aramak, sürekli bir
fikir üretmek, sürekli söyleyecek bir söze sahip olmak bana o kadar gülünç
geliyor ki. Çünkü bu hayatta hatırlamaya değer ne kadar şey kalıyorsa hep
kalbinde kalıyor. Anıları anı yapan şey görüntüler olsaydı anıların hiçbir
değeri olmazdı.
Yanlış insanların cazibesine kapılıyorum. Ahlaksızlığı insanlığın
temeli olarak gören bir adama hayranlık duyuyorum, sürekli sarhoş ve uçmuş
olan, kendini şaman sanan bir adamı idol olarak görüyorum ve her şeyi yıkarak
özgün olacağını savunan birinden etkileniyorum.
Ve bazen bana öyle geliyor ki altı kutu bira ve bir koltuk beni
hayattaki her şeyden daha mutlu edebilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder