5 Kasım 2011 Cumartesi

Gökten Düşen Otuz Dördüncü Damla


Seni nereden buldum, nasıl buldum, kim öğretti ismini, neden ezberledim resimlerini bilmiyorum. Bir bakıyorum ki karşımda duruyorsun öyle, sonra bir bakıyorum ki halüsinasyon görüyormuşum. Sesini bir kere duymuşum ya, ne yazıyorsan o sesle duyuyorum.

Elimde bir kitap tutuyorum. Kitabın anlattığı bir hikaye var elbette, ama o asıl derdini satır aralarından fısıldıyor kulağıma. Hayatta ne yaptığını bilmeyen bir adamın kendi içindeki hesaplarını, kapıldığı rüzgarlarını, umutlarından büyük umutsuzluklarını ve tesadüflerin onu çekip fırlattığı yolları anlatıyor kitap ama ben bunları anlamıyorum. Kitaptan aklıma ufacık kırıntılar doluşuyor ve zaten düşünmekten alabildiğine uzak aklım bir adım daha sapıyor rotasından.

Gazete okumanın hiçbir güzel tarafı kalmadı. Vatanımın üzerinde neler olduğunu gördükçe yerin dibine girmek istiyorum ama yer beni kabul etmiyor, çünkü orası şehit yurdudur, şehitlerle aynı yeri paylaşmak için dünyalara yetecek kadar haysiyet, irade ve fedakarlık lazımdır.

Sabahın köründe kahvaltı hazırlamak zor oluyor. O yüzden genelde dışarıda kahvaltı ediyorum. Dışarıda kahvaltı etmek keyifli oluyor. Hem tek başına da kalmıyorsun, illa ki bir arkadaşın seninle geliyor, güle oynaya tıkınıyorsun.

Felsefeyi gram sevmiyorum. Sürekli bir mantık aramak, sürekli bir fikir üretmek, sürekli söyleyecek bir söze sahip olmak bana o kadar gülünç geliyor ki. Çünkü bu hayatta hatırlamaya değer ne kadar şey kalıyorsa hep kalbinde kalıyor. Anıları anı yapan şey görüntüler olsaydı anıların hiçbir değeri olmazdı.

Yanlış insanların cazibesine kapılıyorum. Ahlaksızlığı insanlığın temeli olarak gören bir adama hayranlık duyuyorum, sürekli sarhoş ve uçmuş olan, kendini şaman sanan bir adamı idol olarak görüyorum ve her şeyi yıkarak özgün olacağını savunan birinden etkileniyorum.

Ve bazen bana öyle geliyor ki altı kutu bira ve bir koltuk beni hayattaki her şeyden daha mutlu edebilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder