30 Nisan 2012 Pazartesi

Sürreal Halisülasyon

Güne güneşsiz bir gündüz vakti çölde başladığımı hatırlıyorum. Yürüyordum. Renkler soluktu ve etrafa olmayan cisimlerin gölgeleri yansıyordu. Hava gittikçe soğuyordu. Bir zaman sonra bacaklarımı hissedemez oldum. Öylecene yürüyordum; sanki arkası kurmalı şu oyuncaklardan biri gibi. Gide gele bir aynanın önüne vardım. Aynadaki bendim; çıplaktım ve vücudumun yarısı kapkaraydı, bir gölge düşüyordu üstüme. Merakımdan üstüme baktım. Giyiniktim. Bedeviler gibi giyinmiştim. Ayrıca tenim de gayet açıktı. Ama aynada çıplak ve yarı yarıya karanlıktım işte. Birden ayna büyümeye başladı. Ayna büyüdükçe yansımam da büyüyordu. Yansımamı izliyordum; birbirimize hükmediyorduk. O sırada aydınlık yanımın üstüne simsiyah bir damla düştü. Arkasından ikincisi geldi. Böyle böyle gölgeden yağmur yağmaya başladı yansımamın üstüne. Ayna da büyüdükçe büyüyordu. Büyüdü, büyüdü ve en sonunda üstüme devrildi. Yavaş yavaş düşerken ayna hiç kıpırdamadım. Ayna büyük bir şangırtıyla paramparça oldu ve her yeri birden su bastı.

Boğulmak üzereyken su üstüne çıktım. Suda onlarca çocuk vardı. Yüzleri yanıyordu. Hepsi birbirine saldırıyordu. Ne olduğunu anlayamadan benim de yüzüm yanmaya başladı. Kendimi tutamıyordum, en yakınımdaki çocuğu boğmaya başladım. Bu böyle ne kadar devam etti hatırlamıyorum. Ama en sonunda karaya vurdum. Yer mermerdendi. Ayağa kalktığımda karşımda birkaç kız vardı. Gidecek başka yerim yoktu, o yüzden aralarına karıştım. Bazısı vücuduma belli belirsiz dokunup kaçıyordu. Bazısı varlığımı inkar ediyordu. Bazılarıyla birbirimize temas edecek gibi oluyorduk, ama birbirimize dokunamıyorduk. Birkaç tanesine ben gittikçe bir şey onları geriye çekiyordu. Birkaç tanesi bana geliyordu ama ben ürktüğümden kaçıyordum. En sonunda bir kızın tam karşısında durdum. Öyle duruyordu karşımda. Kızın suratını hatırlamıyorum. Ruhunu görmüştüm ama; çok parlak ve sıcaktı, ciğerlerime işliyordu. Ruh gözümün önünde parladıkça kendimi canlı ve mutlu hissediyordum. O kız göğsüme, tam kalbimin üstüne dokundu. Vücudum kontrolümden çıktı o anda. Sanki yaşamım benim birkaç milim üstümdeydi. Çok berrak bir ses bana "Güneye git" dedi, "Bul beni".

Kendimi bir anda bir vadide buldum. Vadi aşağıya doğru kıvrılıyordu. Etraf güllerle ve orkidelerle doluydu. Bir kez daha yürümeye başladım. Yürüdükçe karşıma farklı farklı çiçekler çıkıyordu; mineler, ateş çiçekleri, lavantalar, manolyalar... En sonunda antik bir yapıya vardım. Yerde karmaşık semboller vardı. İçin için bildiğim ama anlamadığım, daha doğrusu unuttuğum bir lisanda yazılar vardı. Bu yapının bir kenarında bir kadın bana bakıyordu. Yerdeki sembolleri işaret etti. Dudakları oynadı kadının. Tek bir kelime söyledi bana; "Çöz". Sembollere baktım. Hepsini tanıyordum, ama unutmuştum ne olduklarını. Çözemedim bir türlü. Çözemedikçe sinirlendim. Çığlıklar atmaya başladım en sonunda. Haykıra haykıra etrafıma tekmeler savurmaya, küfürler etmeye başladım. bütün bunlar olurken kadın bana bakıyordu. Yüzünde düşmemi istemez gibi bir hal vardı, ama elimden tutmayacaktı. Bu işte yalnız olmalıydım.

Bir süre sonra semboller silindi, yapı kayboldu. Yine yalnız başımaydım. Bu sefer etrafım bembeyazdı. Bana doğru gelen biri vardı; bu varlık öyle bir varlıktı ki hala daha kim olduğunu, ne olduğunu anlatamam. Kolunu attı üstüme ve bana bir yatak gösterdi. "Kafam karıştı" dedim, "İzlemekten başka bir şey yapmıyorum" dedim. O varlık bana "Uyu" dedi, "Zamanı gelince ne yapacağını bileceksin". Onu dinledim. Uyudum. Sadece bir ara ayıldım. Bir melek ateşimi ölçüyordu.

Sonra mı? Sonra uyandım. Karşımda üniformasıyla gerçeklik oturuyordu.

21 Nisan 2012 Cumartesi

Tanrı'yla Konuşmak İsteyen Çocuk

Vakt-i zamanında, Ankara'nın Seymenler semtinde, Tanrı ile konuşmak isteyen yedi yaşında sarışın bir oğlan çocuğu vardı. çocuk Tanrı'yı sadece dedesinin ibadet ederken çıkardığı garip, yabancı mırıltılardan biliyordu, ama onunla konuşmak istiyordu.

Yirmi yedi Aralık akşamı, Tanrı bürosunda günün son olaylarına ait raporu okurken, raporda Çocuk ve isteği gözüne çarptı. Yedi yaşındaki bir kul için garip bir istek bu, dedi Tanrı. İşin aslı merak etmişti Çocuk'u. Tanrı gibi yüce bir varlık nasıl merak edebili, diye sorabilirsiniz. Bunun çok açık bir sebebi var. Tanrı duyguları yaratırken, bu duygular Onun da benliğine karıştı çünkü. Nasıl olduğunu büyük ihtimalle biliyordur, olay olduktan sonra rahatça çözdüğünü varsayıyorum. Ama detayları boş verin şimdi; sonuç olarak Tanrı Çocuk'u merak etmişti. Bu yüzden Tanrı askılıktaki pardösüsünü ve şapkasını giydi, sekreter meleğe iyi akşamlar diledi ve Ankara Seymenlere gitti.

Tanrı mükemmel bir zamanlamayla Çocuk'un odasına girdi. Zamanlamasının mükemmel olmasının tek sebebi Onun Tanrı olmasıydı. Çocuk uyumadan önce Zagor okuyordu. On beş dakika sonra annesi gelip uyumasını söyleyecekti. Çok tatlı bir çocuktu ve Tanrı'nın yüreğinde babacan bir duygu uyandırdı. Çocuk Tanrı'yı gördü.

-İyi akşamlar Tanrım, dedi. Tanrı Çocuk'a eğilerek

-İyi akşamlar ufaklık, dedi. Çocuk Tanrı'yı tepeden tırnağa süzdü.

-Ayakkabılarını çıkarmalısın, dedi. Annemin dediğine göre evin içine ayakkabıyla girilmemeliymiş. Tanrı ayaklarına baktı. Gerçekten ayaklarında ayakkabıları duruyordu. Tanrı birazcık da olsa mahcup oldu ve ayakkabılarını çıkardı. Sonra çocuğa dönüp

-Benimle konuşmak istemişsin, dedi. Çocuk evet diye cevapladı Tanrı'yı. Peki niye benimle konuşmak istedin dedi Tanrı. Çocuk

-Gece annemle babam televizyon izliyor, ben de bu saatte televizyon izlemek için çok küçükmüşüm ve yatma vaktimi beklerken sıkılıyorum dedi.

-Benimle ne konuşmak istersin dedi Tanrı.

-Bilmem dedi çocuk. Sonra birden ne söylemek istediğini hatırlayanlara özgü o heyecanla, Örümcek Adam gerçekten yaşıyor mu, diye sordu. Çocuk'un yüzündeki heyecan ve beklentiyi gören Tanrı onu üzmek istemedi, bu yüzden

-Evet, Örümcek Adam yaşıyor ve gerçekten New York'da oturuyor, dedi. Sonuçta Tanrı'ydı o, istediği gibi yalan söyleyebilirdi.

-Vay, dedi çocuk. Beni onunla tanıştırır mısın diye sordu Çocuk.

-Tabii dedi Tanrı oldukça babacan bir tavırla. Hatta ne diyeceğim, eğer uslu bir çocuk olursan onu seninle sekizinci yaş gününde tanıştırırım. Çocuk bir kez daha vay dedi. Sonra korkuyla

-Peki ya yaramazlık yaparsam, dedi. Tanrı yalancıktan kaşlarını çatarak

-O zaman tanıştırmam, dedi. Çocuk'un bir an gözleri doldu. Lütfen Tanrım, dedi, çok uslu bir çocuk olacağım, lütfen beni Örümcek Adam'la tanıştır dedi. Çocuk'un masumiyeti ve saflığı Tanrı'nın o kadar hoşuna gitti ki, Çocuk başka bir yöne bakarken kıkırdadı. Bütün gün yeni yılın o politik kavgalarını ve doğal felaketlerini okuduktan sonra bu olay çok hoşuna gitmişti.

-Benden başka bir isteğin var mı, dedi Tanrı. Çocuk hayır dedi. Sonra Tanrı'ya bakıp

-Günün nasıl geçti, diye sordu. Tanrı

-Sıkıcı, dedi. Belgeler okuyup toplantılara katıldım, Araf'ın yıllık bütçesini belirledim falan filan.

-Araf nedir, dedi Çocuk.

-Araf, ne Cennet'i ne de Cehennem'i hak eden ruhların yaşadığı yerdir dedi. Çocuk beni Araf'a götürür müsün diye sordu. Çünkü bu yeri merak etmişti. Tanrı, Araf güzel bir yer değildir dedi. Günü geldiğinde Cennet'e gelirsin belki.

-Araf nereye benziyor diye sordu Çocuk. Tanrı bir an duraksadıktan sonra Mecidiyeköy dedi. Çocuk Mecidiyeköy neresiydi bilmiyordu, ama anlamış gibi davrandı. Bir anlık suskunluktan sonra Çocuk

-İnsanlar neden kötülük yapıyor Tanrım, diye sordu. Tanrı bu soruyu beklemiyordu. Gerçi O Tanrı'ydı, her şeyi beklerdi, hiç bir şeye şaşırmazdı, ama yine de yedi yaşındaki bir çocuk için ağır bir soruydu bu.

-Bunu anlatmam zor, dedi Tanrı. Ama bazı insanlar çeşitli nedenler yüzünden benim sözümü dinlemeyi keserler. O zaman da genelde kötü şeyler yaparlar.

- Kendini zorla dinletebilirsin ama, dedi Çocuk. Sen Tanrısın.

-O zaman size verdiğim özgür iradeyi çiğnemiş olurdum dedi Tanrı. Eğer her dediğimi yapmanızı isteseydim sizi tıpkı melekleri yarattığım gibi yaratırdım.

-Peki neden bizi böyle yarattın?

-Bilmem. Canım istedi.

-Tanrı olmak zor mu? Tanrı iç çekti.

-Evet. Bir yanda elinde her güç var, diğer yanda bu gücü adaletli kullanmak zorundasın. Sonuçta çizdiğin bir resim çirkin olsun istemezsin, değil mi?

Çocuk son derece ciddi bir ifadeyle

-Haklısın, dedi. Peki sıkılınca ne yapıyorsun?

-Meleklere tıpkı çizgi filmlerdeki gibi şakalar yapıyorum.

-Yoksa kapıların üstüne içi su dolu kovalar koyup sonra bir meleğin içeri girmesini mi bekliyorsun diye sordu Çocuk.

-Aynen öyle dedi Tanrı. Çocuk

-Vay dedi bir kez daha. Müthiş bir şey bu. Sonra gülmeye başladı. O kadar güzel gülüyordu ki, Tanrı da onunla birlikte gülmeye başladı. İkisi de kahkahalar atıyordu. Tam o anda Çocuk'un annesi odaya girdi. Tanrı o anda Çocuk'a elveda deyip kayboldu, çünkü her kuluna görünüp onları şımartmak istemiyordu.

Tanrı evine dönerken yan komşusu Barış Manço'yla selamlaştı. Barış Manço

-Seni iyi gördüm dedi. Ne oldu böyle.

-Ankara'da ufak bir çocukla konuştum dedi Tanrı. Sizi neden yarattığımı hatırlattı bana.

16 Nisan 2012 Pazartesi

Sanatçının Gökkuşağı Kafası

Hey, selam. Ne de güzel bir rastlantı bu böyle. Beni benle konuşamıyorken yakaladın. Aslında o konuşmuyor benimle, yoksa ben konuşurum ama ben ne ketum bir herifmiş.

Bu ilk değil ama. Bu ben olacak meymenetsiz iletişim konusunda iyi değil. Hoş, ben de bayılmam saatlerce konuşmaya ya da kimin ne yaptığını her an öğrenmeye, ama en azından hal hatır sormayı, iki kelime muhabbet etmeyi bilirim. Ben telefon sevmez, sosyal medyada yoktur, konuşacağı tutsa bile en fazla anlamsız bir şeyler homurdanır. Bu ben beni çok yoruyor.

Ya dur beni çok konuştuk. Sen nasılsın? Varsa bir derdin sıkıntın anlat. Şunun şurasında muhabbet etmek gelmiş içimden, bari sen anlat. Neler yapıyorsun son son? Nerelerdesin, kimsin şu aralar, kaç kişinin birden anıları var içinde? Hangi arkadaşım olarak, hangi yakınım olarak karşımdasın şu an?

Ben şu aralar tablolara merak saldım. Aslında anlamam resimden falan. Sadece hoşuma gidenleri seçiyorum. Arada bir bakıp kafamı dinliyorum. Yeryüzünde benden daha cinsler var diye hayret ediyorum. Ben dediysem ben değil, ben. Hani şu ketum olan.

Bilmem belki kafan karışmıştır. Haklısın, bazen ben de anlamıyorum beni, benle ben aramızdaki ilişkiyi. En iyisi bizi adaş gibi düşünmen. Mesela ben tembelimdir, çalışmam etmem. Sonra ben gelir kızar. Git çalış der. Gider çalışmaya başlarım, sonra gene tembelliğim tutar. Benle pek geçindiğim söylenemez aslında, ama idare ediyoruz bir şekilde.

Ha, bu arada kusura bakma, müziği kapamadım. Rahatsız olmadın umarım. Faithless dinliyorum. Bayılıyorum o gruba. Ben bile seviyor. Sen sever misin Faithless? Çok yaratıcı adamlar, vokalistleri de müthiş bir adam zaten.

Dur bakayım kaç kişiyiz? Ben varım, ben var, belki diğer benler gelir birazdan, sen varsınız, bakıyorum da bayağı kalabalık gelmişsiniz, daha onlar da var... Çok kalabalık olacak burası. İyidir ama. Düşünsene bir de yalnız olduğumu? Çok sıkılırdım herhalde.

Hah, bak, onlardan biri geliyor. Önce bir bana bakacak, tek bir bana bakacak ama, sonra senlerden birine gelip deli olduğumu söyleyecek. Aldırma sen o onlara. Laf aramızda, o onlar biraz sığdır. Onun gibi çok var işin kötüsü. Onun gibi onlar Dali'yi ya da Jim Morrison'u ya da Sarte'ı da anlamıyorlar zaten. Takma o yüzden.

Anlatacak çok şeyim var gibi. Bütün benler konuşmaya heves etmiş sanki bugün. Ben hariç, o hala oturuyor orada kös kös. Onu boş ver, şöyle bir sorun var, ben hangi benim? Hangi ben olacağımı hatırlasam ne anlatacağımı bileceğim.

Bak ne diyeceğim, belki gökkuşağı ne alaka merak ediyorsundur. Gökkuşağının kötü bir anlamı yok, sadece biraz değişik, biraz farklı bir ruh hali. Biraz gri bir adamımdır aslında, ben ise düz siyahtır, bu gökkuşağı hangi benden geliyor bilmiyorum.

Bana geldiğin de iyi oldu. Yeni bir kontak, yeni bir temas; güzeldir böyle şeyler. Yeni şeylerin gizemi çeker adamı. Kendini kandırma ihtiyacını giderir.

Aslında daha çok konuşmak isterdim, ama bakmayı çok istediğim bir fotoğrafı aramam gerekiyor. Sen biraz onla takıl, ben daha sonra dönerim. O zamana kadar kendine iyi bak.