21 Kasım 2014 Cuma

Alın Size Saykadelik

Her saykadelik hikayede olduğu gibi bu hikaye de çölde başlıyor. Çölde bir kadın var ama bu kadın filmlerdeki ve reklamlardaki o her şeye rağmen güzel ve şık kadın değil. Kadın çirkin de değil ama dişleri sapsarı, parmakları dolma dolma, çenesi çok çıkık ve gözleri suratı için fazla ufak. Kadın yürüyor, bir tepeye tırmanıyor. Pek de kendinde değil, çaresizlik yürüyüşü umursamazlık yürüyüşüne dönüşmüş artık, ölmekten çok yaşamayı düşünüyor zira elimizde olmayanlar aklımıza doluşur çoğu zaman. Kadın zirveye ulaşıyor. Etrafını izliyor, sonsuzluğa yayılmış o tek tip kum tepelerini izliyor. Tepeler adete bir desen oluşturuyor. Kadın ağlamaya başlıyor. Önce bir damla yaş ile başlıyor, bir iki oluyor, sonra üç ve bir fibonacci dizilimi gibi damlalar artıyor tıpkı şiddetin arttığı gibi, ve artık sadece ağlamıyor kadın, çığlıklar da atıyor. Ve bir anda kadın parçalarına ayrılıyor; ortaya berrak, şeffaf ve açık bir mavi ve soluk bir kırmızı çıkıyor. Renkler göğe yükseliyor. İç içe geçiyor renkler yükseldikçe simsiyah bir arka planın derinliklerine doğru. Renkler küçülüyor siyah renkleri yuttukça. Tam siyahtan başka bir renk kalmadığı anda bir beyaz doğuyor siyahın içinden. Beyaz soldukça kadraj sevişen bir çifti gösteriyor. İşte bu kare tam bir film karesi. Öyle suni ki odadaki her nesne, her an ve her kavram. Ter kokusu yok, sıcak yok, uyumsuzluk yok, dışarıdan gelen alakasız sesler yok, yönlendirme yok. Her şey o kadar mükemmel ki, en nihayetinde erkek dayanamıyor daha fazla. Bir anda çıkıp yataktan o kataloglardaki kadar güzel ve muntazam odanın ortasına kusuyor. Titriyor erkek. Ve bir anda odanın dışından bir yerlerden boğuk sevinç çığlıkları yükseliyor ve susmuyor çığlıklar, susmuyor. Kadın yatakta oturuyor şimdi, öylece oturuyor. Bu seferki kadın genç ve çok güzel, çok mükemmel. Erkek de öyleydi kusmazdan evvel, şimdi ise daha çirkin, daha düz ama daha insan. Erkek sevgi dolu bakışlarla donuk kadına bakıyor. Donuk kadın o güzel yüzünü sol eliyle kavrayıp çekiyor bütün gücüyle. Suratı yırtılıyor kadının. O sahte yüzünün ardında yeni bir yüz var şimdi, kanlar içinde ve eskisinden çirkin, ama daha insan. Kadının suratında huzurlu bir tebessüm var artık. Kadraj kadının suratından sağa doğru yüz seksen derece dönüyor ve şimdi yine karanlıktayız. Karanlığın içinde bir sarkaç sallanmaya başlıyor. Sarkacın ucu yaşlı bir meşe ağacı. İncecik bir ipe bağlı meşe. Bu sarkacı izleyen bir tavşan var ve tavşan meşe yerine gürgen olsaydı diye düşünüyor kendi kendine. Meşenin dallarından güvercinler uçmaya başlıyor. Güvercinler sürüklüyor bizi ve bir kahve bardağının tam üstünde bırakıyor kadrajı. İçi dolu kahve bardağını izliyoruz. Kahveden duman yükselmiyor. Biz kahveyi izlerken yangın çıkıyor. Yanık kokusu burnuna doluyor. Ve bir anda biri kafanı çekiyor sertçe, bir bakıyorsun ki uzun kır saçlı, kot ceketli, kirli sakallı, korkunç bir adam suratına kahkahalar atıyor. Oda yanıyor ve kahkahalar suratında patlıyor. Sen yanıyorsun ve kahkahalar suratında patlıyor. Yanan radyoda Neşet Ertaş çalıyor. Ve bir anda kendini bir okey masasında elindeki siyah altıyı yana atarken buluyorsun. Hayatın bütün durgun gerçekliği seni saykadeliğinden ayırıyor. Artık siyah altı var hayatında ve beklediğin kırmızı dokuz. Sana saykadeliğini hatırlatan Neşet Ertaş var artık sadece ve ironiye gülmeye başlıyorsun. Yeni bir saykadelik tecrübesi arıyorsun. Bunun için kırmızı Ford Fiesta'nın egzozunu soluman gerektiğini biliyorsun. Sonra seni beyaz tavşan değil ama fraklı buzağı o çöle geri götürecek, bunu biliyorsun. Kırmızı sekizi çekince ortadan küfür ediyorsun ama okey masasının ilerisinde üstünden kan damlayan bir zincirle oynayan melek kanatlı erkek çocuğunu görünce okey oyununu unutuyorsun. Okeyin yeşil bir olduğunu unutuyorsun. Belki de kırmızı Ford Fiesta'ya artık ihtiyacın yoktur. Neyse, kırmızı sekiz bir kenarda dursun, biz yeşil on biri atalım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder