17 Aralık 2015 Perşembe

Kendimle Büyük İsimler Arasındaki Çapraz Bağlar

Bilen bilir ben bizim okulun radyosunda program yapıyorum. Daha doğrusu iki arkadaşımın iki ayrı yayını var, mütemadiyen o yayınlara salça oluyorum. Arkadaşlarım biraz daha ciddiyetli yaklaşıyorlar işlerine, biraz daha jön duruyorlar o mikrofon başında. Ben daha sokak kalıyorum, az bir şey daha serseri, daha laçka. Öyle serseri bir kişiliğim de yoktur hani, dış dünyaya karşı daha efendi adam duruyorum ezelimden, kendi kişisel ezelimden beri. Ama serseri kişiliklere karşı çekiliyorum galiba, bir özentilik hali var kendimi değerlendirdiğimde. Belki de bu yüzden çok seviyorumdur Sadri Alışık ve onun filmlerindeki karakterleri. Belki de yakalamaya çalıştığım varlık odur.

Dedim ya bilen bilir ben bizim okulun radyosunda program yapıyorum. Herhangi bir enstrüman çalamam, sesim de kötüdür, bettir, şarkı söylemeyi de beceremem. Ama yetenekli müzisyenlere dev saygım var. Bir dakikadan az sürede algılarımın tamamını, düşüncelerimin toplamını tutklamayı başaran o insanlara sonsuz bir saygı ve takdir var gönlümde. Miles Davis'den söz ediyorum mesela; öyle bir adam ki jazz müziği tak başına üç kere bozup tekrar yaratmış. Veya elinde bir adet sazdan başka bir şey olmadan orkestralara bedel müzik yapabilen, bir mapushane deyişi bile insanın iliklerini sarsan Neşet Ertaş gibi sanatçılardan söz ediyorum.

Bilen bilir ben sutopu oynuyorum, veya yaptığım şeye ne kadar sutopu oynamak denirse onu. Bu oynun gördüğü herhangi bir alt seviye yetenek bile değilim, başladığım günden beri son saniyeye kadar dövünen bir görev adamı olmakla yetindim, hatta yetinmekle mükellef kaldım bugüne kadar ve bu şu anda veya herhangi bir gelecek vakitte değişmeyecek. Ama sporda azme, mücadeleye ve açlığa, kazanmaya olan açlığa ya da oynamaya olan açlığa, ve bunu herhangi bir sportif alanda temsil eden her sporcuya dev saygım var. O yüzdendir ki Michael Jordan, Ayrton Senna ve Alex De Souza, en ama en çok da Alex De Souza benim daimi hayranı olduğum ve sürekli ilham aldığım sporcular oldular. Bu sporcuların zafer anlarında yaptıkları her şeyden anlaşılıyor inanmanın, çabanın, istemenin ve bağlanmanın insana nasıl da tesir edebileceği.

Bilen bilir ben iyi kötü yazı yazmaya yatkınım, işbu internet sayfası, bu blog da bu yatkınlığın bir kanıtı zaten. Yazabilmek için, ya da anlatabilmek, neler gerekir bilmiyorum ama okumaya, dinlemeye en değer hikayeler sıradışı olanlardır, dolayısıyla en iyi anlatanlar sıradışıyı görebilenlerdir. Oğuz Atay'a bakın, Charles Bukowski'ye, Nazım Hikmet'e bakın veya Edip Cansever'e, Orhan Veli'ye bakın; anlatabilmek onlarda vardır, hissettirmek vardır.

2 Aralık 2015 Çarşamba

hızlı trenin frenleri tutmazsa hatta kilolarca çirkin metaforlar

söyleyecek bir sözüm var mı yoksa sadece gevezelik mi etmenin derdindeyim insanlara kendimi bir proje gibi sunsam mı yoksa her yere çıplak mı gitsem bir elimle kudret tutuyor muyum yoksa sanrılar mı görüyorum kendimi kaybetmiş bir vaziyette soru sormayı öğrenmek geri dönüşü olmayan bir eylemdir bir daha kapanmayacak bir musluğu açmaktır ilk sorundan itibaren sorun değil bu arada soru'n olarak okuyun neyse işte ilkinden itibaren her ana kendiliğinden uygulanan bir olgu aklınızın bir köşesine yerleşir düşününce üstüne korkutucu sorularla zeka arasında bağlantılar kurar bazıları ama tam olarak doğru olmamalı zeki insanlar da dolandırılıyor veya aptal yerine konuyor konmaktan değil bu arada konulmaktan gelecek şekilde okuyun neyse işte zekiler de salaklarla aynı kefeyi paylaşabiliyor çok da önemli değil ama rahatsız edici sözler ritimli olunca daha bir keyifli oluyor ama her ritimle söylenen söz müzik olmuyor ve her müzik ritimli sözler içermiyor şimdiye kadarki bu sözlerim ise ne bir sicim ne bir urgan ne bir halat ne de başka bir zımbırtıyla birbirine bağlanabiliyor bağalanbilmek değil bu arada bağlanamamaktan yola çıkarak okuyun olumsuz anlama değerini verin neyse işte alakasız kalıyor her şey kendi içimde zenginken dışarda çok yoksun yönlerim taraflarım var alışkanlıklar bazen zaman kaybı olur boşa çaba olur manasızlık olur buraya istediğiniz olumsuzluğu koyun o da olur uygundur değil bu arada şekli alabilir veya dönüşebilir olarak okuyun neyse işte bir insanın sahip olabileceği en önemli meziyeti kendi yerini yaratabilmesidir bence zamanın akışında kendi alanını açabilmesidir temizlemek veya yerleşmek değil bu arada yaratmak olarak okuyun neyse işte mavi beyaz ileriye akan ışıkların arasında bir başka renk olun renklerle çok barışık bir insan değilim şu anlamda değilim üstümde renk taşımayı sevmem renk taşıması uygun olan varlıkları renkleriyle görmek bir mutluluk sebebidir lakin delilik bir hastalık veya bir metottan ziyade bir orandır belki de ve delilik oranı yüksek kişilere deli diyoruzdur belki mandra filozofuna bağladığım andır şu an dikkatli bakarsanız bence ipleri görürüsünüz ama herkesin belli bir miktarda delilik taşıyor olması bana doğal ve mantıklı geliyor deli ve makul taraflar kafamızın içinde devirdaim eden bir savaş veriyor ve neresi daha kuvvetliyse o kazanıyor bence çok uçuk bir fikir değil bilmiyorum bana katılabiliyor musunuz yoksa yalnız mıyım bu garip döngüler silsilesinde bir şekilde heyecan verebiliyor muyum insanlara yoksa biyolojik bir kütle ziyanı mıyım acıklı mı sözlerim yoksa eleştirel mi aydınlar hak verir mi aydın değil bu arada ay'dın olarak okuyun aymaktan ayıkmaktan gelsin kenar mahalle jargonuna hakim olun azıcık neyse işte elit kesim ayakta alkışlar mı beni yoksa avamın gözünde bile avam değil miyim ne kadar da kibrimi görebiliyorum bazen soluklar ne kadar da özgürlüğü anımsatıyor bana şu ilmi sarkaçlar gibi olmasaydım bir dairenin içinde serbestçe gezen durulmalarım uzun soluklu duru'lma değil bu arada dur'ulma olarak okuyun neyse işte sabit olduğum dönemler uzun sürseydi böylece yolumu çizmeye vaktim olurdu bu şekilde doğaçlama oluyorum ve urganlar halatlar bağlayamıyor herhangi bir şeyleri birbirine ince bir bıyığı düzenli tutamıyorken bir koca hayatı mı düzenli tutayım zeki müren mi dinleyeyim yoksa sadri alışık mı izleyeyim hepinizi boş verip yoluma mı bakayım yoksa kafanızı çok mu şişirdim

26 Kasım 2015 Perşembe

Yorgun olmak ayıp değil
Ve var zaten herkesin kişisel ızdırapları
Dayak yemişcesine sersem
Kapının önünde dikiliyorken yola çıkmak için
Yalnızlığım göt cebimde
Efkarımsa iç cepte
Sıkı sıkı tutuyorken kırık
Hayallerimi sağ avcumda
Tahmin ediyorum
Anlıyorsunuz dediklerimi

11 Kasım 2015 Çarşamba

Tirad Derken Hikaye Oldu

Abi ben içmiyim de kim içsin? Söyle be abim be kim içsin? Gündü ay oldu, aydı yıl oldu, bi şafakta bi bakcam ki yılken asır olcak. Daha dün gibi derler ya abim, bak benim daha bu sabahmış gibi, buraya gelmezden hemen evvelmiş gibi aklımda. Mahalle kahvesinde çömmüştük bizim tayfa, daha iş yok güç yok o zamanlar, öğrencilik yılları, sırf haytalık derdindeyiz. Naci'nin bir vay vay vay çekti okey atarken, elimde taş var atacam, dönüp bakayım dedim. O an var ya o an, o andan önceki adam başka bir adamdır, başka bir hayattır, vallah billah tanımıyorum o adamı. Kızın bir yürüyüşü var böyle biraz utangaç biraz heyecanlı, ufak hızlı adımlar, kafa hafif öne eğik, üst baş sade, sade de göz alıyor renkler falan, vücut da vücut hani, yine de o yüzün yanında esamesi okunmaz. Yüce Rabbim  nasıl bir kaş göz dudak burundur o öyle, çakmak çakmak o gözbebekleri, parıl parıl dudakları. Hişt, buz yok mu da buz? Neyse güzel abim, ben fırladım sandalyeden, atmışım üç beş adım da farkında değilim, elimde hala okey taşı. Bu kız fark etti beni, döndü bi gülümsedi kenarıyla dudağın, dedim tamam bu kız ya benim, ya benim, yok başka ihtimal. Gittim kızın yanına sarsak adımlarla, kem küm iki kelimeyi ekledim güç bela, öğrendim ki adı Selda. Selda dedim kendi kendime, yaşamayı unuturum da bu adı unutmam. Kız müsaade istedi, vermiycem de napcam, geldiği gibi gitti, ben na mıhlandım kaldırımın üstüne, en son Doğan geldi hadi olum diye, yine gelemedim kendime. Yan mahallenin kızıymış Selda, ben de mesken ettim yan mahalleyi. Yollarda turlayıp Selda'yı arardım, gördüm mü de öyle çifte kumrulara falan dönemezdik, nasıl dönücez yer mi da mahalle içinde, anca selam sabah. Baya pervane oldumdu kıza, gel zaman git zaman muhabbetimiz arttı lakin, daha bi yakındık. Mahalleli çakmaz mı durumu, hemen kızın anasına babasına yetiştirdiler. Öyle öyle laf bizim mahalleye de sarkmış, benim tayfadan anama babama herkes haberdar. Hal böyle olunca ben de çıktım babasının karşısına, deliyim ya, divaneyim ya, dedim seviyorum. Selda'nın babası denen o çıyan da ilk babacan yaklaştı, halden anlar davrandı, bilmiyorum o zamanlar -koçum hele bi doldur be şu kadeh, boğazım kuruyor- ne rol kestiğini. Kızım dedi kıymetli, ulen bilmiyor muyuz o kadarını, kız kız değil yaradanın lütfu, öyle serseriye, ite çakala vermem, hele bi tahsilatın bitsin, bi elin ekmek tutsun dedi, yiğit bi çocuğa benziyosun dedi, edebe adaba uy gerisi hallolur dedi. Bak böyle ağzından bal damladı ya sahtekarın, ben de dedim Selda için ne gerekirse. O gün bıraktım itliği, taktım canımı dişime, okulsa okul bitti ite kaka, kapı kapı dolaştım ardından iş için, en nihayetinde buldum bi iş imalathanenin birinde, başladım her gün şehri bir uçtan bir uca tepmeye, gıkım çıkmıyor ama. Her şey Selda için. Kıza ne bi hadsizlik, ne anasına babasına saygıda kusur, pırıl pırıl bi delikanlı oldum Selda uğruna. Bu arada Selda da tutuldu bana iyiden iyiye. Garson be, masada su bitti, getiriver bi zahmet, hadi abisi. Nerde kaldım be abi, hah, kurdum düzenimi amma bi sıkıntı var, Selda'nın babası bana bi mesafeli davranıyor, bi garip bööle. O zaman anlamadım, işin rengi sonradan ortaya çıktı. Bu yılan herif beni oyalıyordu ben üsteledikçe. Sonra lafı Selda'dan duydum, meğer sanayici kalantorun tekinin eniği talip olmuş Selda'ya, tipi yamuk bi eleman, bu baba olacak şerefsiz de parayı görünce hemen atlamış. Ben bi çıktım o adamın karşısına, dedim bana bunu bunu dedin, ne istediysen yaptım, sözünden mi dönüyorsun şimdi, erkekliğe sığar mı bu? O da gösterdi yüzünü, o dedi eskidendi, hem benim kızımın senin gibi çulsuz itin tekiyle işi olamaz dedi, kızımdan uzak dur sonun kötü olur dedi. O an Allah'ım aldı canımı, ne ses kaldı ne seda, savruldum çıktım Selda'nın evinden. Rakı yok mu olum daha rakı? Görüyosun ya abi, bulutların üstünden yerin altına geçişim bu kadar kısa sürdü. Ben yerle yeksan oturdum aha bu meyhaneye, içiyorum. En rezil kepaze haldeyken buldum belamı, bi baktım Selda kapıda, gözler yaşlı, yanak kızarık. Bütün kanım çekildi son damlasına kadar, tökezleyerek vardım yanına, Selda ağlıyor. Kaçmış evden gelmiş yanıma. Babasına itiraz etmiş, babası denen hayvan da tokat atmış kızına. Tokat ne demek abi, ne demek ya, o kadar güzel kıza nasıl el kaldırır, mümkün mü lan böyle bişey. Ben de şafak attı, alkol de var kanda, bi fırladım meyhaneden ama ölmeye ölmeye gider gibi, vardım kapısına Selda'ların hesap sorucam o şerefsizden. Bi dayandım kapıya, amcalar dayılar kuzenler hepsi evdeler, bir dövdüler beni abi, bir dövdüler ağzım yüzüm paramparça. O olaydan sonra bütün mahallem seferber oldu, beni vazgeçirmeye çalıştılar. Ne bir arkadaşım arka çıktı bana, ne anam babam. Gariban kaldım ortada. En nihayetinde kıza da benden özellikle saklayarak basmışlar nikahı, sonra da o kişiliksiz kalantor çocuğu Selda'yı almış götürmüş Bursa'ya. Selda'dan o gün bugündür haberim yok. Kimim kimsem yok artık benim, ne dostum ne hısmım akrabam. Haybeye sürükleniyorum şu hayatta, elimde kadeh. İçmiycem de napacam abim be? Ulan şişe de bitti, bi tane de ufak mı söylesem napsam?     

8 Ekim 2015 Perşembe

Günün Sorgusu (veya Gönülsüzce ve Gayri İhtiyari Yardım Çığlığım)

Belki de büyük bir temizlik yapmam gerekiyordur.

Sorusu olmayan bir cevapla yola çıkıyorum, mazur görün. Soruların cevapları istila ettiği bir kafada, cevapların direnişine olabildiğince destek vermem çıkarlarım doğrultusunda. Yolu tutamayan, savrulup duran bir araba kullanmadım bugüne kadar, böylesine bir tecrübeyi yaşamamış olduğum için gerçekten mutluyum bu arada, ne var ki yalnız her anımda kendimi savrulan bir arabanın içinde gibi hissediyorum. Devir daim eden bir korku, endişe, rahatsızlık ve karamsarlık durumu olmasa bile kimi zaman işlerin ne kadar yolunda gidiyormuş gibi gözüktüğü o yalan anlara gerçekten hayret ettiğim oluyor. Bir kişilik bir dünyanın ehemmiyet yoksunu sorunları yaşadıklarım, büyük anlamlar veya mesajlar yok satır aralarında. Belki de genç olmak gibi bir zenginliğin vergisidir içinde bulunduğum bu güven, emniyet ve huzur kaçırılmaları. Renksiz olmak benim için tercih sonucuydu yakın zamana kadar, ne var ki istem dışı olarak benim içinyanlış bir bölgesine girmiş bulundum renksizliğin ve gidişat hayra alamet değil. Hor gördüğüm nitelikler selamlıyor beni bana ait olan varlık ve olguların kıyı ve köşelerinde. Ben kendimle kavga etmeye alışkınım, bana çok benzeyen ve beni çok iyi tanıyan bir yabancıyla değil. Mindere düşmem yakın ve hakem ona kadar saymayı bitirince bile ayağa kalkabileceğimi zannetmiyorum.

Tekrar ediyorum, dramatik sonuçları olan dramatik sorunlar değil yaşadıklarım. Becerebilsem gülüp geçeceğim bu aciz halime.

Bir tedavi aramaya başladım madem hastayım diye tehşis koyunca kendime. Doktor veya ilaç gerektiren bir sorun olsaydı kısa sürebilirdi bu hastalık, fakat ikisinin de bir faydasının dokunmayacağı bariz olunca alternatif tıptan özenti çarelere yöneliyor insan, kişisel gelişim saçmalıkları gibi şeylerde mantık bulabilecek mi onu sorguluyor.

Bir dakika, metafor olarak kullanmaya çalıştığım her şey kulağa çok gerçek geliyor. Ciddiye alınmak istemiyorum, bana bu kötülüğü yapmayın. Allah aşkına yapmayın. Açılmak falan istemiyorum. Sakın.

Ne yapabilirim diye sordukça kendime fikirler ve cevaplar daha kolay yakalanıyor. Belki bir dalgakıran inşaa ederim kendime. Belki griye boyarım kendimi ve nöbetlere karşı gizlenirim. Belki bir tatile çıkarım, gündelik hayattan sorumsuzluk ve bahanelere uçak fiyatları çok uygun diyorlar. Sanırım denemekten zarar gelmez. Dünyada, daha öznel bir tabirle benim dünyamda zaten kayda değer olaylar gerçekleşmiyor, zırvalara ayıracak vakit bulabilirim.

Bu yazıyla ilgili asla benle konuşmayın.

12 Eylül 2015 Cumartesi

Şefim Bana Bir Porsiyon Farklılık

İnsanoğlu talepkar bir canlı türü; mutluluk talep eder, huzur talep eder, güç talep eder, zenginlik talep eder, spor arabalar, tatil, kuştüyü yastıklar, tam damak tadına göre hazırlanmış etler, temiz bir çevre ve dahası ve dahası ve dahası. İnsanoğlu tekdüze bir canlı bir türüdür, sıradışı veya özgün olanına pek rastlanmaz. Taleplerinin benzerliği bir göstergedir bu duruma. Derinlik talep etse insanlar, sanrılar talep etseler mesela, ya da amaçsızlık isteseler, zamansızlık, ufak ve dağınık evler, ormanda kaybolmak, ellerini kullanmak, konuşmamak, ten uyumu, uzun yürüyüşler, uçurumlar talep etseler? Hayatlarımızı bir akrep veya bir yelkovan gibi hep aynı daire içinde geçirmektense bir yaprak gibi geçirsek süzülerek rüzgarda veya yağmur damlaları gibi bir noktadan başlayıp bilinmeyen bir yere düşen ve oradan bulan yolunu, ister bir çatı ister bir dağın eteği ister doğrudan toprak? Varolandan, düzden, olağandan, basitten kaçmak bu kadar mı zor? Bakın zor mu diye sormuyorum, onun cevabını yaşayarak öğrendim zaten, bu kadar mı zor diye soruyorum. Biraz kumarbazlık hepimizin işine gelir bence. Hayat dediğiniz korkutuğunuz kadar kısa değil, her zaman olsa da oturup soluklanmak için bir kaç saat veya kafa dinleyecek bir haftasonu veya sahil kenarı bir yere gitmek için bir hafta bulacaksınız zaten bu süre içerisinde. Ama birkaç istasyonluk o dairesel döngüyü ara ara kırmazsak zaten o molaların da bir anlamı kalmayacak bir yerden sonra. Bir şekil olarak daireyle alıp veremediğim yok ama bir sembol olarak daireye çok derin bir düşmanlık besliyorum. Dairesel olmayın, çizgiel olun, bir güzergah üstünde olun ve ilerleyiz, zigzaglar çizin, dalgalanın, keskin virajlar çizin, ama çizgisel kalın. Tekrara düşmeyin. Kaybolursunuz. Birey olarak kaybolursunuz. Aynı dairenin içinde bir siluet olursunuz. Olmayın.

24 Mayıs 2015 Pazar

Kişilik Artistlikleri

hadi başlayalım peki nereden başlayalım yine yeni yeniden ne yazacağımı bilmeden yazmaya başladım sanırım kişisel bir mesele veya gelmiş geçmiş bugünkü ve gelecek bütün yazarlar aynı sorundan muzdarip o kadarını bilmiyor ve de ilgilenmiyorum her neyse yazıyorum yine mavili şarkılar eşliğinde yazıyorum güzel yazan güzel söyleyen insanları dinleyerek yazıyorum benim için de güzel yazıyor diyorlar ama ben kendimden o kadar emin olamıyorum ellerimden akan bir sıvıyı muhafaza etmeye çalışır gibi hissediyorum kendimi yazarlık etmeye çalışırken yazarlık diyorum yazarlık edebilmek diyorum yazarlık edebilmek için kimisi kahveye kimisi içkiye kimisi uykusuzluğa kimisi uyuşturucuya falan filan ihtiyaç duyuyor ben kendimi anladığım kadarıyla ki hiç kolay bir iş değil inanın bana tecrübe konuşuyor neyse ne diyordum kendimi anladığım kadarıyla ben yazabilmek için yalnızlığa ihtiyaç duyuyorum fiziksel bir yalnızlık değil bu daha çok ruhani diyelim her ne kadar bu tar sik soklara inanmasam da soyutlanma ihtiyacı hissediyorum dünyadan yazabilmek için yazmak bence yaşamın içinde sürüklenirken yapılacak bir iş değil yazmak yaşamda mola aldığın o anlara sıkıştırman gereken bir eylem zira yaşamak bakmayın zor bir iştir zaman ister emek ister dikkat ister süreklilik ister dayanıklılık ister hayatın tamamı güzel şarkılar dinlemekle gün batımı izlemekle tavla oynamakla geçseydi mesela o zaman hayat kolay olurdu ama aynı zamanda hayat bankaya para yatırmaktır evini temizlemektir cenaze namazı kılmak ve naaşı mezarlığa taşımaktır sokaklarda siyasi eylemler yapmak ve hatta polis şiddetine maruz kalmaktır bütün bunlar bir araya gelince hayat alengirli bir uğraşa dönüşür bir de hepimizin insan olmanın bozukluklarından bazıları olan hayaller, duygular, amaçlar gibi sorunlarının olduğunu var sayarsanız hayat dediğiniz şey geçmek için gecenizi gündüzünüze kattığınız ne var ki geçemediğiniz akabinde deli olup kriz geçirdiğiniz bilgisayar oyunu bölümüne dönüşür bir anda kendimden biliyorum bütün bunları zaten bir başka tecrübemdir bu insan ne kadar istese de kendinden başka bir şeyi anlatamaz neyse fazla da derinlere inmek istemiyorum zaman geçtikçe bazı şeyler insana fuzuli görünmeye başlıyor ve kendini zamanın içine sırtüstü bırakmak istiyor böylece saçmalıklar boş işler angut angut olaylar yanından süzülüp gidecek ve bütün bu saçmalıklar süzülürken kendini daha olgun daha bilge daha akıllı zannedecek oysa gelişim bu kadar kolay olmuyor insanlar büyük kaya kütlelerine benzerler gelişim söz konusu olunca uzun zamanda doğal koşullarla ve genelde kötü hava sebebiyle değişirler ben henüz kişisel kararıyla kim olduğunu değiştiren birini görmedim bazı insanlar bu dünyayı çok renkli ve sanatsal görüyor ben öyle değilim benim dünyam ekseriyetle mat ama düzensiz ve dengesiz ve dağınık bir anda patlayan volkanlar gibi yaşanan olaylar silsileleri dışında bir kamu spotu kadar sıkıcı olağan ve tahmin edilebilir aynı zamanda hal böyle olunca her şeye karşı bir şüphe de gelişiyor adamda neler doğru neler yanlış neler gerçek neler kandırmaca kimler göründüğü gibi kimlerin aslında maskeleri var sorular sormak kolaydır cevaplar sıkıntıdır nahoştur cehalet mutluluktur sözü sadece bir sistem eleştirisi değildir insan zaafiyetini anlatan bir teşhistir aynı zamanda cahil olmak kolaydır çünkü cehalet bırakmaktır emek harcanmaz cahil olmaya kendini salarsın ve cahil olursun düşünmen de gerekmez bak bunu çok isterdim düşünmemeyi çünkü ben iyi düşünürüm zekanın çeşitleri olduğuna inanırım ve düşünmek de bir zeka işidir işte benim zekam düşünme alanında bayağı güçlü hatta öyle güçlü ki bir lanet gibi kafamın tepesinden ensemin en güney noktasında kadar bir zehir gibi akıyor düşüncelerim ve çok yönlü oluyor bu düşünceler öyle olunca tek bir ses çıkmıyor ağzımdan kendi kainatım karmaşaya sürükleniyor sanırım bu yüzden sıra dışı biri olarak tanınmak istiyorum farklı olarak kabul edilmek istiyorum sosyal hayata dahil olabilmek ihtiyacından aidiyete dair bir açlıktan kaynaklanmıyor bu sadece rahatsız edilmek istemiyorum işleyişim bozulsun istemiyorum tükendim bugünlük bir başka akışta konuşmak üzere şimdi işinize gücünüze dönün aylaklık bir yere kadar

13 Şubat 2015 Cuma

Bebop Kafalı

Bu yazı hayatımın iki temel unsurunu birbirine bağlayabilmem ile başlıyor. Yazmaktan ve müzikten bahsediyorum. Kendimi bir yazar veya şair veya daha geniş bir tanımla edebiyatçı olarak bebop jazz müzisyenlerine benzetiyorum. Hal böyle olunca Bebop Kafalı kendim için ürettiğim bir tanıma dönüşüyor. Edebiyatımı bebop'a neden benzettiğime gelince; genelde anlık, hızlıca, doğaçlama, geçici bir fikre veya ilhama dayanan ve tekrarı olmayan veya sürdürelemeyen bir uslupla yazdığım için eserlerimi bebop parçaları gibi görüyorum. Birden fazla kez bütünlüklü romanlar veya fikir eserleri yazmayı denedim, hatta bir tanesinden hala vazgeçmiş değilim fakat o kadar çok değişime uğruyorum ve o kadar çok ekleme çıkarma yapıyorum ki kafamın içinde eser yılan hikayesine dönüyor, bütünlüğünü kaybediyor ve kurgu ilerleyemiyor. Hatta şu an şunu yazarken bile nasıl sonlandıracağımı kestiremiyorum. Yine de yazılarım tamamlandığında ortaya güzel bir şey çıkıyor, belirli bir şeye ait olsa da bir yanıyla da özgün, insanların bağlanabildiği fakat herkese yönelik veya herkese uygun değil ve taze bir şey, tıpkı bebop gibi. Ve ne tesadüftür ki ben beop jazz'ı çok severim.