23 Aralık 2012 Pazar

Kırmızı Gözlerle ve Sıkkın Canla

Ben burayı bayağı bir boşladım değil mi ya? İşte dersler falan, her neyse, böyle şeyler yüzünden yazmaz etmez oldum.

Bu akşamı bayağı arabesk geçiriyorum. Bir yandan da ders çalışıyorum, zaten ders çalışmak yemek yemek falan gibi sıradan bir eylem oldu artık, ama bugünün pek verimli geçtiğini söyleyemem.

Uzun süre boyunca doğru düzgün bir şeyler yazmayınca insan köreliyor. Bunca gün, bunca saat bana bir birikim katmamış. Boş gezenin boş kalfası misali evden okula, okuldan dershaneye gitmişim de gelmişim.

Çevremdeki herkesin gün içinde anlatacak bir şeyi oluyor. Benim olmuyor. Napıyorsun dedikleri zaman hiç aynı işte deyip duruyorum. Ki işin garip tarafı her ley aynı gidiyor hali hazırda. Üstüme çamur gibi sıçramış monotonluk. Lakin bunu yadırgadığım günler çok geride kaldı.

Bir şeyi beklerken vakit geçmez hani. Sıkılırsın. Demek istediğim, şu üniversite sınavına girmek için bekliyoruz da bekliyoruz. Öylece bekliyoruz. Diğer yandan da üniversiteye geçince rahatlayacaksın, o zaman hayat başka olacak falan diyorlar. Bari biraz vicdanınız olsun, sabır taşı gibi bekliyoruz burada, sürekli mükafatlardan söz etmeyin, adamı çatlatmayın.

Of be, iyice aptala çeviriyorlar adamı, bir o ayağımın bir bu ayağımın üstünde zıplar oldum. Saçma sapan yaşıyorum.

Büyümek güzel bir şey değil. Ben çok matah bir şey sanırdım, çok heveslenirdim koca adam olmak için, büyük salaklık etmişim. Siz siz olun, kafayı çalıştırın, büyümekten mümkün olabildiğince kaçın. Akıl karı iş değil. Çocuk olmanın kıymetini bilin (artiste bak, daha 18 yaşında neyin tribini atıyor diyenler için; daha bu yaşta yetişkin olmanın ne pis iş olduğunu anladım, üç aşağı beş yukarı kestirebiliyorum sonraki yıllarımın nasıl olacağını, bu onun hayıflanması. Sonuç itibariyle, benim yaptığım artistlikten, girdiğim tripten size ne ulan).

Bu gece için fazla bile düşündüm, ben uyuyorum.

1 Aralık 2012 Cumartesi

Durmak (Veya Şiir Gibi Olmayan Şiir)

Gözlerin göremediği sürece
     zamanı sayamazsın
Ve bu iyidir bazen
     zira nefes alabilmek için
       saate bakmamak gerekir
Unutmamalıyız ki
İnsanlar belli bir süreye kadar koşabiliyor
O yüzden
     biraz durmak
       sonumuz olmaz
O yüzden
     otur yanıma
Bazen durmak da
     güzel oluyor

14 Eylül 2012 Cuma

Sarı Meczup Türküsü

Londra'yı özlüyorum. Sanki geçen gece gördüğüm bir rüya gibi oradaki anılarımı aklımda tutmaya çalışıyorum. Daimi gri havası, döşeme taş sokakları, büyük camlı binalarıyla o şehir beni çağırıyor adeta. Londra'ya mutlaka en az bir kez daha gitmek istiyorum. İstanbul dışında şehir olduğunu baha bu kadar hissettiren bir yer daha yok. Belki İzmir.

Tupac Amaru Shakur'un muhteşem bir sözü var. "Dünyayı ben değiştirmeyeceğim ama dünyayı değiştireceklere ilham vereceğim". Muhteşem bir söz. Ne var ki benim böyle büyük hedeflerim yok. İnsanoğlu ne halt etmek istiyorsa edebilir. Bana ne, gerçekten. 6 milyar kişiyi etkilemeye çalışmayacağım.

Yıldızları görebilseydim gecenin körüne kadar ayakta olmamın düzgün bir sebebi olurdu.

Çok güzel bir bayrağımız, çok güzel bir marşımız var ama o bayrağın altında toplanıp o marşı söyleyen çok çirkin adamlarımız var. Kine, nefrete, intikama, düşmanlığa karşı bir olguyu nefretlerini dökmek, intikam almak, düşmanlarına saldırmak için kullanan insanlar var bu topraklarda.

Koku almak insanın en temel dürtülerinden biri.

Yıldızlarım döküldü gökyüzünden teker teker, ey mehtabım neredesin?

25 Haziran 2012 Pazartesi

İstanbul...

...senin dudaklarınla güzel.

18 Haziran 2012 Pazartesi

Cartagena

... Kadın sadece "beni sev" diyordu defalarca. Adam "başka bir şey elimden gelmiyor" dedi sadece bir kere. İkisi de beş parasız bir şekilde, Cartagena'da ucuz bir motelin sahile bakan küçük, krem rengi boyalı bir odasında bir yatakta yatıyorlardı. Adamın başı kadının yanık tenli omzundaydı. Motelden kovulduktan sonra ne yapacaklarını düşünüyordu. Kadın düşünmüyordu, aşığının nefes alış verişiyle hipnotize olmuştu. Tembel okyanus, İngilizce bir şarkıdaki gibi sahile sarılıyordu. Bir balıkçının yıpranmış terliklerinin sesi geliyordu. Adam yanık ten kokusundan sarhoş olmuştu. Cartagena sabahı huzurla karşılamıştı. Öğlene doğru pazar kurulacak, sessizlik bozulacaktı. Dalgaların sesi satıcıların sesleri arasında boğulacaktı. Cartagena, okyanus, martılar bunu biliyordu. Aşıklar bunu unutmuştu. Aşıklar sarhoş ve hipnotizeydi, efsunlanmış gibi yatıyorlardı. Adamın eli kadının göğsünde daireler çiziyordu. Kadın kesik kesik soluyordu...

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Saraybosna'ya Gitmek Gerek

Erkan Oğur'un bir müzik şamanı olduğuna inanıyorum.

Sözlerimin arkasındaki, ya da ne bileyim, içindeki başka anlamları açıklamak ihtiyacı hissetmiyorum.

Ben artık hep daha iyisine yöneltilmekten, bu çabayı boşa harcıyor olmaktan, karşımdaki insanı üzmekten, kendimi şartlamaya çalışmaktan ama hep başarısız olmaktan ve sürekli bu konu etrafında dört döne döne O'nunla kavga etmekten yoruluyorum.

İnzivaya çekilme ihtiyacı duyuyorum.

İç huzurumla yoyo gibi oynuyorum veya oynatılıyorum, ama bundan en ufak bir zevk bile almıyorum.

Yıllardan beri bu hayattaki en güzel şeyin güzel bir kadın olduğu görüşünü savunuyorum.

Şıpsevdilikten bir türlü kurtulamıyorum.

Galiba ben en çok Atilla İlhan gibi yazıyorum.

Utanmaz bir adam olduğumu ve bu yüzden bazılarını kendimden soğuttuğumu biliyorum.

Cins cins ve birbiriyle bağlantılı dövmeler yaptırmak istiyorum.

Evde yalnız olmaya bayılıyorum.

Gün geçtikçe daha çok kitap biriktiriyorum.

Kadınlara farklı, erkeklere farklı davranıyorum.

Hayatımın çok büyük bir bölümünde -tıpkı şu anda olduğu gibi- tembelliğe teslim oluyorum.


30 Nisan 2012 Pazartesi

Sürreal Halisülasyon

Güne güneşsiz bir gündüz vakti çölde başladığımı hatırlıyorum. Yürüyordum. Renkler soluktu ve etrafa olmayan cisimlerin gölgeleri yansıyordu. Hava gittikçe soğuyordu. Bir zaman sonra bacaklarımı hissedemez oldum. Öylecene yürüyordum; sanki arkası kurmalı şu oyuncaklardan biri gibi. Gide gele bir aynanın önüne vardım. Aynadaki bendim; çıplaktım ve vücudumun yarısı kapkaraydı, bir gölge düşüyordu üstüme. Merakımdan üstüme baktım. Giyiniktim. Bedeviler gibi giyinmiştim. Ayrıca tenim de gayet açıktı. Ama aynada çıplak ve yarı yarıya karanlıktım işte. Birden ayna büyümeye başladı. Ayna büyüdükçe yansımam da büyüyordu. Yansımamı izliyordum; birbirimize hükmediyorduk. O sırada aydınlık yanımın üstüne simsiyah bir damla düştü. Arkasından ikincisi geldi. Böyle böyle gölgeden yağmur yağmaya başladı yansımamın üstüne. Ayna da büyüdükçe büyüyordu. Büyüdü, büyüdü ve en sonunda üstüme devrildi. Yavaş yavaş düşerken ayna hiç kıpırdamadım. Ayna büyük bir şangırtıyla paramparça oldu ve her yeri birden su bastı.

Boğulmak üzereyken su üstüne çıktım. Suda onlarca çocuk vardı. Yüzleri yanıyordu. Hepsi birbirine saldırıyordu. Ne olduğunu anlayamadan benim de yüzüm yanmaya başladı. Kendimi tutamıyordum, en yakınımdaki çocuğu boğmaya başladım. Bu böyle ne kadar devam etti hatırlamıyorum. Ama en sonunda karaya vurdum. Yer mermerdendi. Ayağa kalktığımda karşımda birkaç kız vardı. Gidecek başka yerim yoktu, o yüzden aralarına karıştım. Bazısı vücuduma belli belirsiz dokunup kaçıyordu. Bazısı varlığımı inkar ediyordu. Bazılarıyla birbirimize temas edecek gibi oluyorduk, ama birbirimize dokunamıyorduk. Birkaç tanesine ben gittikçe bir şey onları geriye çekiyordu. Birkaç tanesi bana geliyordu ama ben ürktüğümden kaçıyordum. En sonunda bir kızın tam karşısında durdum. Öyle duruyordu karşımda. Kızın suratını hatırlamıyorum. Ruhunu görmüştüm ama; çok parlak ve sıcaktı, ciğerlerime işliyordu. Ruh gözümün önünde parladıkça kendimi canlı ve mutlu hissediyordum. O kız göğsüme, tam kalbimin üstüne dokundu. Vücudum kontrolümden çıktı o anda. Sanki yaşamım benim birkaç milim üstümdeydi. Çok berrak bir ses bana "Güneye git" dedi, "Bul beni".

Kendimi bir anda bir vadide buldum. Vadi aşağıya doğru kıvrılıyordu. Etraf güllerle ve orkidelerle doluydu. Bir kez daha yürümeye başladım. Yürüdükçe karşıma farklı farklı çiçekler çıkıyordu; mineler, ateş çiçekleri, lavantalar, manolyalar... En sonunda antik bir yapıya vardım. Yerde karmaşık semboller vardı. İçin için bildiğim ama anlamadığım, daha doğrusu unuttuğum bir lisanda yazılar vardı. Bu yapının bir kenarında bir kadın bana bakıyordu. Yerdeki sembolleri işaret etti. Dudakları oynadı kadının. Tek bir kelime söyledi bana; "Çöz". Sembollere baktım. Hepsini tanıyordum, ama unutmuştum ne olduklarını. Çözemedim bir türlü. Çözemedikçe sinirlendim. Çığlıklar atmaya başladım en sonunda. Haykıra haykıra etrafıma tekmeler savurmaya, küfürler etmeye başladım. bütün bunlar olurken kadın bana bakıyordu. Yüzünde düşmemi istemez gibi bir hal vardı, ama elimden tutmayacaktı. Bu işte yalnız olmalıydım.

Bir süre sonra semboller silindi, yapı kayboldu. Yine yalnız başımaydım. Bu sefer etrafım bembeyazdı. Bana doğru gelen biri vardı; bu varlık öyle bir varlıktı ki hala daha kim olduğunu, ne olduğunu anlatamam. Kolunu attı üstüme ve bana bir yatak gösterdi. "Kafam karıştı" dedim, "İzlemekten başka bir şey yapmıyorum" dedim. O varlık bana "Uyu" dedi, "Zamanı gelince ne yapacağını bileceksin". Onu dinledim. Uyudum. Sadece bir ara ayıldım. Bir melek ateşimi ölçüyordu.

Sonra mı? Sonra uyandım. Karşımda üniformasıyla gerçeklik oturuyordu.

21 Nisan 2012 Cumartesi

Tanrı'yla Konuşmak İsteyen Çocuk

Vakt-i zamanında, Ankara'nın Seymenler semtinde, Tanrı ile konuşmak isteyen yedi yaşında sarışın bir oğlan çocuğu vardı. çocuk Tanrı'yı sadece dedesinin ibadet ederken çıkardığı garip, yabancı mırıltılardan biliyordu, ama onunla konuşmak istiyordu.

Yirmi yedi Aralık akşamı, Tanrı bürosunda günün son olaylarına ait raporu okurken, raporda Çocuk ve isteği gözüne çarptı. Yedi yaşındaki bir kul için garip bir istek bu, dedi Tanrı. İşin aslı merak etmişti Çocuk'u. Tanrı gibi yüce bir varlık nasıl merak edebili, diye sorabilirsiniz. Bunun çok açık bir sebebi var. Tanrı duyguları yaratırken, bu duygular Onun da benliğine karıştı çünkü. Nasıl olduğunu büyük ihtimalle biliyordur, olay olduktan sonra rahatça çözdüğünü varsayıyorum. Ama detayları boş verin şimdi; sonuç olarak Tanrı Çocuk'u merak etmişti. Bu yüzden Tanrı askılıktaki pardösüsünü ve şapkasını giydi, sekreter meleğe iyi akşamlar diledi ve Ankara Seymenlere gitti.

Tanrı mükemmel bir zamanlamayla Çocuk'un odasına girdi. Zamanlamasının mükemmel olmasının tek sebebi Onun Tanrı olmasıydı. Çocuk uyumadan önce Zagor okuyordu. On beş dakika sonra annesi gelip uyumasını söyleyecekti. Çok tatlı bir çocuktu ve Tanrı'nın yüreğinde babacan bir duygu uyandırdı. Çocuk Tanrı'yı gördü.

-İyi akşamlar Tanrım, dedi. Tanrı Çocuk'a eğilerek

-İyi akşamlar ufaklık, dedi. Çocuk Tanrı'yı tepeden tırnağa süzdü.

-Ayakkabılarını çıkarmalısın, dedi. Annemin dediğine göre evin içine ayakkabıyla girilmemeliymiş. Tanrı ayaklarına baktı. Gerçekten ayaklarında ayakkabıları duruyordu. Tanrı birazcık da olsa mahcup oldu ve ayakkabılarını çıkardı. Sonra çocuğa dönüp

-Benimle konuşmak istemişsin, dedi. Çocuk evet diye cevapladı Tanrı'yı. Peki niye benimle konuşmak istedin dedi Tanrı. Çocuk

-Gece annemle babam televizyon izliyor, ben de bu saatte televizyon izlemek için çok küçükmüşüm ve yatma vaktimi beklerken sıkılıyorum dedi.

-Benimle ne konuşmak istersin dedi Tanrı.

-Bilmem dedi çocuk. Sonra birden ne söylemek istediğini hatırlayanlara özgü o heyecanla, Örümcek Adam gerçekten yaşıyor mu, diye sordu. Çocuk'un yüzündeki heyecan ve beklentiyi gören Tanrı onu üzmek istemedi, bu yüzden

-Evet, Örümcek Adam yaşıyor ve gerçekten New York'da oturuyor, dedi. Sonuçta Tanrı'ydı o, istediği gibi yalan söyleyebilirdi.

-Vay, dedi çocuk. Beni onunla tanıştırır mısın diye sordu Çocuk.

-Tabii dedi Tanrı oldukça babacan bir tavırla. Hatta ne diyeceğim, eğer uslu bir çocuk olursan onu seninle sekizinci yaş gününde tanıştırırım. Çocuk bir kez daha vay dedi. Sonra korkuyla

-Peki ya yaramazlık yaparsam, dedi. Tanrı yalancıktan kaşlarını çatarak

-O zaman tanıştırmam, dedi. Çocuk'un bir an gözleri doldu. Lütfen Tanrım, dedi, çok uslu bir çocuk olacağım, lütfen beni Örümcek Adam'la tanıştır dedi. Çocuk'un masumiyeti ve saflığı Tanrı'nın o kadar hoşuna gitti ki, Çocuk başka bir yöne bakarken kıkırdadı. Bütün gün yeni yılın o politik kavgalarını ve doğal felaketlerini okuduktan sonra bu olay çok hoşuna gitmişti.

-Benden başka bir isteğin var mı, dedi Tanrı. Çocuk hayır dedi. Sonra Tanrı'ya bakıp

-Günün nasıl geçti, diye sordu. Tanrı

-Sıkıcı, dedi. Belgeler okuyup toplantılara katıldım, Araf'ın yıllık bütçesini belirledim falan filan.

-Araf nedir, dedi Çocuk.

-Araf, ne Cennet'i ne de Cehennem'i hak eden ruhların yaşadığı yerdir dedi. Çocuk beni Araf'a götürür müsün diye sordu. Çünkü bu yeri merak etmişti. Tanrı, Araf güzel bir yer değildir dedi. Günü geldiğinde Cennet'e gelirsin belki.

-Araf nereye benziyor diye sordu Çocuk. Tanrı bir an duraksadıktan sonra Mecidiyeköy dedi. Çocuk Mecidiyeköy neresiydi bilmiyordu, ama anlamış gibi davrandı. Bir anlık suskunluktan sonra Çocuk

-İnsanlar neden kötülük yapıyor Tanrım, diye sordu. Tanrı bu soruyu beklemiyordu. Gerçi O Tanrı'ydı, her şeyi beklerdi, hiç bir şeye şaşırmazdı, ama yine de yedi yaşındaki bir çocuk için ağır bir soruydu bu.

-Bunu anlatmam zor, dedi Tanrı. Ama bazı insanlar çeşitli nedenler yüzünden benim sözümü dinlemeyi keserler. O zaman da genelde kötü şeyler yaparlar.

- Kendini zorla dinletebilirsin ama, dedi Çocuk. Sen Tanrısın.

-O zaman size verdiğim özgür iradeyi çiğnemiş olurdum dedi Tanrı. Eğer her dediğimi yapmanızı isteseydim sizi tıpkı melekleri yarattığım gibi yaratırdım.

-Peki neden bizi böyle yarattın?

-Bilmem. Canım istedi.

-Tanrı olmak zor mu? Tanrı iç çekti.

-Evet. Bir yanda elinde her güç var, diğer yanda bu gücü adaletli kullanmak zorundasın. Sonuçta çizdiğin bir resim çirkin olsun istemezsin, değil mi?

Çocuk son derece ciddi bir ifadeyle

-Haklısın, dedi. Peki sıkılınca ne yapıyorsun?

-Meleklere tıpkı çizgi filmlerdeki gibi şakalar yapıyorum.

-Yoksa kapıların üstüne içi su dolu kovalar koyup sonra bir meleğin içeri girmesini mi bekliyorsun diye sordu Çocuk.

-Aynen öyle dedi Tanrı. Çocuk

-Vay dedi bir kez daha. Müthiş bir şey bu. Sonra gülmeye başladı. O kadar güzel gülüyordu ki, Tanrı da onunla birlikte gülmeye başladı. İkisi de kahkahalar atıyordu. Tam o anda Çocuk'un annesi odaya girdi. Tanrı o anda Çocuk'a elveda deyip kayboldu, çünkü her kuluna görünüp onları şımartmak istemiyordu.

Tanrı evine dönerken yan komşusu Barış Manço'yla selamlaştı. Barış Manço

-Seni iyi gördüm dedi. Ne oldu böyle.

-Ankara'da ufak bir çocukla konuştum dedi Tanrı. Sizi neden yarattığımı hatırlattı bana.

16 Nisan 2012 Pazartesi

Sanatçının Gökkuşağı Kafası

Hey, selam. Ne de güzel bir rastlantı bu böyle. Beni benle konuşamıyorken yakaladın. Aslında o konuşmuyor benimle, yoksa ben konuşurum ama ben ne ketum bir herifmiş.

Bu ilk değil ama. Bu ben olacak meymenetsiz iletişim konusunda iyi değil. Hoş, ben de bayılmam saatlerce konuşmaya ya da kimin ne yaptığını her an öğrenmeye, ama en azından hal hatır sormayı, iki kelime muhabbet etmeyi bilirim. Ben telefon sevmez, sosyal medyada yoktur, konuşacağı tutsa bile en fazla anlamsız bir şeyler homurdanır. Bu ben beni çok yoruyor.

Ya dur beni çok konuştuk. Sen nasılsın? Varsa bir derdin sıkıntın anlat. Şunun şurasında muhabbet etmek gelmiş içimden, bari sen anlat. Neler yapıyorsun son son? Nerelerdesin, kimsin şu aralar, kaç kişinin birden anıları var içinde? Hangi arkadaşım olarak, hangi yakınım olarak karşımdasın şu an?

Ben şu aralar tablolara merak saldım. Aslında anlamam resimden falan. Sadece hoşuma gidenleri seçiyorum. Arada bir bakıp kafamı dinliyorum. Yeryüzünde benden daha cinsler var diye hayret ediyorum. Ben dediysem ben değil, ben. Hani şu ketum olan.

Bilmem belki kafan karışmıştır. Haklısın, bazen ben de anlamıyorum beni, benle ben aramızdaki ilişkiyi. En iyisi bizi adaş gibi düşünmen. Mesela ben tembelimdir, çalışmam etmem. Sonra ben gelir kızar. Git çalış der. Gider çalışmaya başlarım, sonra gene tembelliğim tutar. Benle pek geçindiğim söylenemez aslında, ama idare ediyoruz bir şekilde.

Ha, bu arada kusura bakma, müziği kapamadım. Rahatsız olmadın umarım. Faithless dinliyorum. Bayılıyorum o gruba. Ben bile seviyor. Sen sever misin Faithless? Çok yaratıcı adamlar, vokalistleri de müthiş bir adam zaten.

Dur bakayım kaç kişiyiz? Ben varım, ben var, belki diğer benler gelir birazdan, sen varsınız, bakıyorum da bayağı kalabalık gelmişsiniz, daha onlar da var... Çok kalabalık olacak burası. İyidir ama. Düşünsene bir de yalnız olduğumu? Çok sıkılırdım herhalde.

Hah, bak, onlardan biri geliyor. Önce bir bana bakacak, tek bir bana bakacak ama, sonra senlerden birine gelip deli olduğumu söyleyecek. Aldırma sen o onlara. Laf aramızda, o onlar biraz sığdır. Onun gibi çok var işin kötüsü. Onun gibi onlar Dali'yi ya da Jim Morrison'u ya da Sarte'ı da anlamıyorlar zaten. Takma o yüzden.

Anlatacak çok şeyim var gibi. Bütün benler konuşmaya heves etmiş sanki bugün. Ben hariç, o hala oturuyor orada kös kös. Onu boş ver, şöyle bir sorun var, ben hangi benim? Hangi ben olacağımı hatırlasam ne anlatacağımı bileceğim.

Bak ne diyeceğim, belki gökkuşağı ne alaka merak ediyorsundur. Gökkuşağının kötü bir anlamı yok, sadece biraz değişik, biraz farklı bir ruh hali. Biraz gri bir adamımdır aslında, ben ise düz siyahtır, bu gökkuşağı hangi benden geliyor bilmiyorum.

Bana geldiğin de iyi oldu. Yeni bir kontak, yeni bir temas; güzeldir böyle şeyler. Yeni şeylerin gizemi çeker adamı. Kendini kandırma ihtiyacını giderir.

Aslında daha çok konuşmak isterdim, ama bakmayı çok istediğim bir fotoğrafı aramam gerekiyor. Sen biraz onla takıl, ben daha sonra dönerim. O zamana kadar kendine iyi bak.

18 Şubat 2012 Cumartesi

Seksek Taşı

Ne anlatacağıma dair çok bir fikrim yok. Yazmak istiyorum ama, bu kadarından eminim. Belki de romantik bir anıma gelmiştir. Sözlerime bir önder, bir yol gösteren olsa daha güzel olabilirdi; ama bugüne kadar kendi başlarına ortaya çıkmadan düzgün iki kelimeyi yan yana koyamadım.

Belki de yalnızlığımı anlatarak başlayabilirim. Yalnızlık derken kastım, şu an evde tek başıma oturuyor olmak. Yalnızlığın güzel ve çirkin yüzü hep yan yana durur, mutluluk ve hüznü bir arada yaşamaya benzer. Ve yalnızlığı yaşamak için tek başına olmak gibi bir zorunluluk da yok, kalabalıklar içinde de yalnız olabilirsin.

Dünya üzerinde söylenen en doğru sözü Selahaddin Eyyubi söylemiş olabilir. Ölüm döşeğindeyken bir emir verdi, tüm krallığında tellallar haber saldı "kralımız ölürken yanında götürdüğü tek şey bu kefen bezidir".

Nasıl bilge olunur bilmiyorum. En ufak bir fikrim dahi yok. Bazıları insanı acının pişirdiğini söyler, bazıları da tecrübenin. Bana göre insanı büyüten kalbinden duyduklarıdır.

Mutlu bir çocukluk yaşamamak sakat olmaktır.

Konuşmanın en güzel yolu fısıldamak. Ya da kısık bir sesle, kendine konuşmak. İşte o zaman insan zarif, berrak, iyi ve kırılgan duruyor. İnsan insan olmaya en çok o zaman yakışıyor.

Hani bazen bir kız olur, güzeldir güzel olmasına ama önemli olan bu değildir, seninkinden apayrı bir dünyası vardır ve hakikaten klas bir kızdır, normalde birbirinizle alakanız olmamasına rağmen arada bir, o da çok kısa, konuşursun onunla, bu konuşmalar da aksi gibi güzel ve anlamlı olur ya, işte öyle kızlar beni benden alıyor.

Bir erkeğin kalbi ya bir bal arısı gibi durmadan sağa sola uçar, ya da sadık bir köpek gibi tek bir kişiyi takip eder.

Çoğu veda hüzün taşır içinde. Bir tek içinde kavuşma taşıyanlar üzmez insanı.

24 Ocak 2012 Salı

Bağışlayın Bizi

Bağışlayın bizi
Sakat doğduk biz
Ve sakat öleceğiz
Büyük ihtimalle

Bağışlayın bizi
Biz iyi evlatlar
İyi dostlar
Veya iyi vatandaşlar değiliz
Olmaya hiç yeltenmedik

Bağışlayın bizi
Çünkü biz
O sözünü ettiğiniz
Parlak kuşak değiliz
Bizden bir şeyler beklemeyin

Bağışlayın bizi
Çünkü biz
Orta sınıf hayatlarımızı
Uyku içinde
Geçirmeye devam edeceğiz

Bağışlayın bizi
Hayatlarımıza dokunmaya
Cesaretimiz yok
Affedin

Bağışlayın bizi
İsimsiz insanlar olmayı
Kabul ettik
Affedin

15 Ocak 2012 Pazar

Altı Çizili Kelime Yığınları

-Bir insanın ruhunu istediğim yöne çevirmek için ne kadar az şey söylemek, ne kadar az duygululuk (hem de kitaptan alınma, sahte, uydurma duygululuk) yetmişti.
                                                                                   Dostoyevski (Yeraltından Notlar)

-İşte her bakımdan kendini arıyordu biri
 Şaşırmış arıyordu - ben miydim neydim?
 Yıkılmış, bunalmış, sürgün içinde
 Kendini arıyordu; aynı renk, aynı biçimdeki kendini
                                                                                    Edip Cansever (Umutsuzlar Parkı)

-Kimbilir, belki de biz
 Tanrısıyız en olunmaz şeylerin
                                                                                    Edip Cansever (Umutsuzlar Parkı)

-Korku kadar büyük bir haz yoktur. Korkan kişi başkası olduğu sürece.
                                                                                    Clive Barker (Korku, Kan Kitapları Cilt 2)

-Biz erkekler, bir kadın bedenine yakışan tek gücün bir erkek çocuk olduğuna inanırız. Kadınlara gerçek gücü yakıştıramayız. Güç Tanrı tarafından erkeklere verilmelidir. Atalarımız bunu belletmişti bize, salaklar.
                                                                                    Clive Barker (Jacqueline Ess'in Vasiyetnamesi, Kan Kitapları Cilt 2)


-Gözlerini görseniz korkardınız
 Polis'ten kaçıyordu derdiniz
 Bir cinayet işlemişti derdiniz
 Halbuki kendinden kaçıyordu
                                                                                    Atilla İlhan (Tatyos'un Kahrı, Sisler Bulvarı)

-Hepimiz kendi masallarımızın kurbanıyız.
                                                                                    Ahmet Hamdi Tanpınar (Saatleri Ayarlama Enstitüsü)

-İnsanoğlu insanoğlunun cehennemidir. Bizi öldürecek belki yüzlerce hastalık, yüzlerce vaziyet vardır. Fakat başkasının yerini hiçbir alamaz.
                                                                                   Ahmet Hamdi Tanpınar (Saatleri Ayarlama Enstitüsü)

-Hayri Beyefendi, bizim Hayri, sizin Hayri, dalgın Hayri... Ne kadar çok Hayri var. N'olur birkaçını yolda eksek. Herkes gibi ben de bir tek insan, kendim olsam.
                                                                                   Ahmet Hamdi Tanpınar (Saatleri Ayarlama Enstitüsü)

4 Ocak 2012 Çarşamba

Her Şey Aynı Aslında

İlk çağlardan beri hep aynı hayatımız. Hala daha Babil saraylarında yapılan şölenlerdeki gibi dans ediyoruz, gökdelenlerimiz de Babil Kulesi'ne benziyor. Politika Antik Roma'da nasıldıysa hala öyle. Sümerliler'den beri aynı şekilde korkuyor veya sevişiyoruz. Gururumuza olan düşkünlüğümüz Antik Yunan'dan daha farklı değil. Herod nasıl arzuladıysa Salome'yi, erkekler hala öyle arzuluyor kadınları. Mısır uygarlığından beri güneşi bilgiyle özdeşleştiriyoruz. Paranın ilk çıktığı zamandan, ki Lidya'da bulunmuştu, beri hala onun peşinden koşuyoruz. Ekmek dediğin gıda Mezapotamya uygarlıklarından beri var.

Lagalugası bir yana, Adem'den beri bir adım ilerlemedik ki bir yere gelelim.