29 Aralık 2011 Perşembe

Bi' Baksanıza Buraya

Ehh... şey... ben bişiy diyecektim de.


Malum. Yeni yıla aşağı yukarı bir gün kaldı.


Yeni yıla dair umutlarınız ya da beklentileriniz var mı bilmiyorum. Belki de yeni yılın sizin için inanılmaz geçeceğini sanıyorsunuz. Belki de reklamlarda ya da filmlerde gördüklerinizin büyüsüne kapıldınız. Belki de bir çeşit Amerikan rüyası yaşıyorsunuz (çünkü her aşırı büyük umut bir Amerikan rüyasıdır).


Bu yeni yıldan ne umuyorsanız, o olmayacak.


2012 yılı da tıpkı her yıl gibi kahkalarla gözyaşlarının, cesaretle korkunun, sevgiyle nefretin, dostla düşmanın, başarıyla başarısızlığın, olağan dışıyla rutinin birbirine karıştığı bir yıl olacak.


Bu yeni yılın keyifsiz bir yıl olacağı anlamına gelmiyor.


31 Aralık 2012'de, geriye dönüp baktığınızda keyifsiz olmayın istiyorum sadece.


1 Ocak 2012 benim için bir viraja girmek olacak. Hayatımın çok büyük bir kısmını değiştireceğim. Adım adım. Saniye saniye. Her gün yeni bir karar olacak. Bu kaos benden sadece iki gün uzakta (bu yazıyı 29 Aralık 2011'de yazıyor olduğumu düşünecek olursak). Birkaç gündür garip bir haldeysem (ki öyleydim ve hala öyleyim), bu gerçeği daha bilinçaltımda bile sindiremediğimden olmalı. Haksız mıyım? Mantıklı gelmiyor mu?


Yeni yıla pek iyi gireceğimi sanmıyorum. Hastayım ve yılın son gecesinde ne yapacağıma dair hiçbir fikrim yok. Ayrıca pek iyi bir ruh halinde olduğumu da söyleyemem.


Ben ne diyordum? Ha, şu yeni yıl beklentileri. Büyütmeyin yeter. Benim gibi beklentisiz olmayın ama, yoksa tadı kaçar yeni yılın.


Neyse ya, mutlu yıllar.

23 Kasım 2011 Çarşamba

Politika Üzerine Güzelleme

Günümüzde Türkiye'de ideolojik gruplar en kaba haliyle altıya ayrılıyor. Bu grupları sıralamak gerekirse; iktidardaki muhafazakarlar, muhalefet konumundaki Atatürkçüler, milliyetçiler, beli bükük solcular, Kürtler ve halktır. Yurdumuz üzerinde her ne kadar liberaller, demokratlar vs. olsa da adları olup kendileri olmadıkları için onlardan söz etmeyeceğim.

Uğur Mumcu'nun "Söz Meclisten İçeri" kitabını bilenler (parmak kaldırsın?), kitabın başında bir parlamentoyu oluşturan iki ana grubun burjuvalar ve işçiler olduğunu ileri sürdüğünü hatırlar belki. Bu iddia hangi ülkede geçerlidir bilmiyorum, ama Türkiye'de böyle bir şey olmadığını biliyorum. Bu yargıya nereden ulaştığımı soracak olursanız, size "Kimdir Türkiye'deki burjuvalar" diye cevap veririm. Ve lütfen bana CHP ile gelmeyin.

Günümüzde CHP tabanını ve odağını kaybetmiş bir partidir. Hiç öyle kaşlarınızı çatmayın, aynen öyledir. Bugün CHP'de ipler kimin elinde, kimin sözü geçiyor, ne için uğraşıyorlar, iktidar parti CHP yüzünden geriliyor mu, projeler var mı, bu sorulara ve bu soruların benzerlerine kim cevap verebilir ve bu cevaplar bizleri ferahlatır mı? Bugün CHP ne Atatürkçü bir partidir, ne solcu, ne de burjuva. CHP tamamen orta, orta-üst ve üst tabakalarının belirli kesimleri tarafından sahiplenilmiş bir partidir. Günümüzün Atatürkçü tabanı olmasaydı bugün CHP olmazdı.

Bir de Uğur Mumcu'nun haklı olduğunu varsayalım. Gerçekten de bir ülke parlamentosunun temeli burjuvazi ve işçi sınıfı olsun. Peki, bugün işçi sınıfının temsilcileri olan partilerin ne kadar sesi çıkıyor veya ne kadar güçlüler. Ben size ne konumda olduklarını söyleyeyim. Mecliste bile yoklar. Seksen darbesi ile Türk solu denizin dibini boyladı. İki bin on bir yılında Türk solu Kadıköy'de duvarlardaki sprey boyayla yazılan yazılarda veya Taksim'de dağıtılan broşürlerde yaşıyor. Kaldı ki, seksen darbesi milliyetçileri sahne arkasına çekilmeye zorladı. Yani darbe sanıldığının aksine sağ kanada da zara verdi. Önümüzdeki senelerde neler yapacaklarına dair bir fikrim yok, ama şu an uyuyan dev konumundalar.

Şu ana kadar anlattıklarıma göre seksen darbesinin Türk siyasetini bitirmiş olması lazımdı, değil mi? Hayır. Darbe, birilerine çok yaradı, önlerini açtı. Onlar da sağ olsunlar, doğru adımları attılar. Ve bu yüzden ki, sekiz yıldır Büyük Millet Meclisinde din ticareti yapılıyor.

Bir de halk var tabii. Şöyle bir gerçeği söyleyeyim mi size? İdeoloji dediğiniz kavram halkın umurunda değil. Ayıplamak için söylemiyorum. Haklı olup olmadığıma dair kanıt mı istiyorsunuz? Sizce Zonguldak'taki maden işçisinin alacağı maaş mı umurundadır, Karl Marx mı? Mersin'deki bakkalın su faturası mı umurundadır, yoksa Devlet Bahçeli'nin yapacağı miting mi? Muş'taki çoban ineğinin canını mı daha ciddiye alıyordur yoksa Atatürk ilkelerini mi? Demek istediğim o ki, halk kendi sıkıntısını gidereni ister. Halkın gözünde büyük devlet adamı, ona daha ucuza ilaç, daha ucuza yiyecek sağlayan, evsiz ise ev, işsiz ise iş sağlayan devlet adamıdır. Tabii ya, siz Adnan Menderes nasıl başbakan oldu sanıyorsunuz?

Bunu da aptallıkla, basitlikle, cehaletle hiçbir alakası yok. Cehalet dediğiniz kavram zaten aşılamayacak bir kavramdır. Bir çiftçi Namık Kemal hakkında hiçbir şey bilmiyor olabilir, ama biz de saban sürmeyi, orak kullanmayı bilmiyoruz. O zaman biz de cahiliz. Hatta biraz daha orta-üst sınıfa ciddi gelecek şeylerden söz edecek olursam, Fransızca ya da İspanyolca bilmediğimiz için cahiliz. 18. yüzyıl İngiltere tarihini bilmediğimiz için cahiliz. İbn-i Sina'nın yazılarını bilmediğimiz için cahiliz. Cehalet herkes için ve belirli konularda, sürekli olarak geçerlidir.

Zaman ayırıp okuduğunuz için teşekkür ederim.

17 Kasım 2011 Perşembe

Çuvaldız Bize


Türkiye'de okuma yazma bilenler arasında bir daha okuma yazma bilme oranı hesaplanmalı. Çünkü; günümüz insanı ne okuyor, ne yazıyor, okuduğu hakkında düşünüyor mu, kendine özgü fikirleri var mı, iradesi gerçekten hür mü, bu soruların kesin ve tatmin edici cevapları yok elimizde.

Bir gün sokakta, elinde kocaman, üstünde "TEKTİPLEŞTİRİN BİZİ" yazan bir tabela taşıyan bir adam görseniz ne yaparsınız? Ben arkasından kaç kişi yürüyor, ona bakarım.

Belki bir gün gelecek, bir avuç budala olacağız hepimiz. Zihinsiz, ruhsuz, mantıksız, iradesiz. Ve belki bunun ilk adımı, bugün sokakta "concon" ya da "apaçi" diye dalga geçtiğimiz insanlar olacak.

İnsanların, ülkeleri ve halkları için iyi bir şeyler yapmak isteyen kişilere hayatı dar etmesi de ironik ve acıklı.

Ve uyanın hepiniz, bize bizden başka kimse sahip çıkmayacak. Yirminci yüzyılın başında vatanı gavurlara bırakmak isteyenlere karşı çıkanlar bizim atalarımız değil miydi, peki neden şimdi biz vatanı satanların haleflerine bıraktık meydanı?

Tarihin başından beri çoğu devlet adamı ülkeleri için en iyisi olduğunu düşündüğü şeyler uğruna çabaladı. Onların doğru veya yanlış olduğunu ise tarih belirledi.

Ama bilmiyor muyum sanıyorsunuz, bu ülkede şehit anaları başta olmak üzere kimsenin derdi bitmiyor, kimse huzur bulamıyor. Gazetelerin üçüncü sayfaları hala çarşaf çarşaf cinayet, gasp, tecavüz ve benzeri haberlerle kaynıyor. Bu ülkede hiçbir şey düzelmiyor.

5 Kasım 2011 Cumartesi

Gökten Düşen Otuz Dördüncü Damla


Seni nereden buldum, nasıl buldum, kim öğretti ismini, neden ezberledim resimlerini bilmiyorum. Bir bakıyorum ki karşımda duruyorsun öyle, sonra bir bakıyorum ki halüsinasyon görüyormuşum. Sesini bir kere duymuşum ya, ne yazıyorsan o sesle duyuyorum.

Elimde bir kitap tutuyorum. Kitabın anlattığı bir hikaye var elbette, ama o asıl derdini satır aralarından fısıldıyor kulağıma. Hayatta ne yaptığını bilmeyen bir adamın kendi içindeki hesaplarını, kapıldığı rüzgarlarını, umutlarından büyük umutsuzluklarını ve tesadüflerin onu çekip fırlattığı yolları anlatıyor kitap ama ben bunları anlamıyorum. Kitaptan aklıma ufacık kırıntılar doluşuyor ve zaten düşünmekten alabildiğine uzak aklım bir adım daha sapıyor rotasından.

Gazete okumanın hiçbir güzel tarafı kalmadı. Vatanımın üzerinde neler olduğunu gördükçe yerin dibine girmek istiyorum ama yer beni kabul etmiyor, çünkü orası şehit yurdudur, şehitlerle aynı yeri paylaşmak için dünyalara yetecek kadar haysiyet, irade ve fedakarlık lazımdır.

Sabahın köründe kahvaltı hazırlamak zor oluyor. O yüzden genelde dışarıda kahvaltı ediyorum. Dışarıda kahvaltı etmek keyifli oluyor. Hem tek başına da kalmıyorsun, illa ki bir arkadaşın seninle geliyor, güle oynaya tıkınıyorsun.

Felsefeyi gram sevmiyorum. Sürekli bir mantık aramak, sürekli bir fikir üretmek, sürekli söyleyecek bir söze sahip olmak bana o kadar gülünç geliyor ki. Çünkü bu hayatta hatırlamaya değer ne kadar şey kalıyorsa hep kalbinde kalıyor. Anıları anı yapan şey görüntüler olsaydı anıların hiçbir değeri olmazdı.

Yanlış insanların cazibesine kapılıyorum. Ahlaksızlığı insanlığın temeli olarak gören bir adama hayranlık duyuyorum, sürekli sarhoş ve uçmuş olan, kendini şaman sanan bir adamı idol olarak görüyorum ve her şeyi yıkarak özgün olacağını savunan birinden etkileniyorum.

Ve bazen bana öyle geliyor ki altı kutu bira ve bir koltuk beni hayattaki her şeyden daha mutlu edebilir.

14 Ekim 2011 Cuma

Yorgunluk Üzerine

Bakın, size kendim hakkımda çok basit bir şey anlatacağım. Kendi kendinize anlamanızı zaten beklemiyorum, kendim lafla anlatmak istesem beni dinlemiyorsunuz ya da kendi görüşünüze o kadar inanıyorsunuz ki, benim görüşümü duyar duymaz çöpe atıyorsunuz. Bir de yazarak şansımı denemek istiyorum.

Size kendim hakkımda çok basit bir şey anlatacağım demiştim. Hayatımı onlarca parçaya bölmüş durumdayım. Devletin bana ve bu ülkenin tüm gençlerine koyduğu zorunluluk dolayısıyla okula gidiyorum. İstediğim üniversiteye girebilmeme yardımcı olsun diye dershaneye gidiyorum. Hayatıma bir anlam kazandırdığı için sutopu oynuyorum. Aynı zamanda ben de insanım, arada bir gezip eğleniyorum. Ailemle de vakit geçiriyorum. Ödevlerim, derslerim, antrenmanlarım, buluşmalarım, maçlarım oluyor, bazen yemeğe, sinemaya, içmeye falan gidiyorum. Arada ihtiyacım oluyor tabii, uyuyorum ve dinleniyorum. Bu sebeplerden dolayı da her yere yetişemiyorum. Bazen dershanedeki ek derslere gitmiyorum, bazen arkadaşlarımla buluşacakken iptal ediyorum ya da nadiren antrenmanlara gitmiyorum. Bir yere gitmiyorsam, bir iş yapmıyorsam, ders çalışmıyorsam, antrenmanları kırıyorsam, yapacak daha iyi bir işim olduğundan değil, gücüm kalmadığından. Ve bu zamanlarda beni aramaya kalktığınızda, neredesin diye sorduğunuzda, hatta sizinle olmadığım için bana kızdığınızda, yemin ediyorum hepinizi siktir etmek istiyorum. Bu kadar da açık konuşuyorum.

Anlamadığınızı biliyorum. Yarın gene bir antrenmanı kıracak olsam, telefonum deli gibi çalacak, derse gitmesem dershanedeki hocam bık bık konuşacak, okula gitmek istemesem bile tıpış tıpış okula gideceğim, arkadaşımla buluşmaktan vazgeçsem, günlerce atacağı bozuğu çekmek zorunda kalacağım, vesaire, vesaire...

En azından duvara konuşmama izin verdiğiniz için teşekkür ederim.

19 Eylül 2011 Pazartesi

Sevmek Nedir Bilmem

Sevmek nedir bilmem
Bilmem anlamam
Sevdiğinin karşısında durup da
Ondan kilometrelerce uzak olmak nedir
Bilmem
Göz göze gelmeye hem ölesiye korkup
Hem de pervasızca o içgüdüye itaat etmek nedir
Bilmem
Sevmek nedir bilmem
Bilmem anlamam
Bir sabah vakti
Kendine seviyorum demek
Ve titremek
Titremek için için
Soğuk suyla alakasız titremek
Nedir bilmem
Kendini kandırmak
Sırf aşık olmaya acıkmaktan
Sevdiğini sanmak nedir
Bilmem
Reddedilmek nedir
O gece durup durup
Reddedildiğini hatırlamak
Sürekli tokat yer gibi
Nedir bilmem
Bir gülümsemeyi
Unutmamak
Unutmayı istememek
Bir fotoğraf gibi kafada taşımak nedir
Bilmem
Sevmek nedir bilmem
Bilmem anlamam
Tanımadığın birine nefesini kaptırmak
Nedir bilmem
Sayfaları acınası kelimelerle doldurmak
Nedir bilmem

Sevmek nedir bilmem
Bilmem anlamam

4 Eylül 2011 Pazar

Şahinin Pençelerinden Akan Süt

Babalarımızın ayak izlerini takip ediyoruz. Gün geçtikçe onlar gibi konuşuyor, onlar gibi yiyor, onlar gibi gülüyoruz. Babalarımız bizim için bir Tanrı modeli.

Vicdan hürriyeti istiyorum.

Kendimi bir miktar Charles Bukowski'ye benzetiyorum. Büyük ihtimalle okuduğum kitabın gazından ama bana öyle geliyor. Hatırlar mıyım bilmiyorum, ama yaşlı bir adam olduğumda tekrardan Charles Bukowski okumak istiyorum.

Artık hepimiz sonbahar insanlarına dönüşmeye başlıyoruz. Şort yerine kot tercih ediyoruz, akşamları üstümüze kazak alıyoruz, yazın ne kadar güzel geçtiğini anlatıp duruyoruz, okullar açılacak diye üzülüyoruz vesaire.

Düzenli bir hayat istiyorum.

Klasik müzikle asla huzur bulamadım. Gerçi huzur bulmak için müzik dinlemem zaten. Sesle huzur yakışmaz birbirine.

Neyse ya, Allah'a emanet.

28 Ağustos 2011 Pazar

İnsanın Kalbinden Çıkar Bazı Şeyler

Ah, Tanrım, dayak yemiş gibiyim. Ölü gibiyim, ama bu gece buna değdi sanki. Değmiş olmalı. Yoksa kendimi gerçekten kötü hissederdim.

Bu gece bir şeyler yazıyorsam eğer, bunu O kişiye borçluyum. Onun hakkında ne düşündüğümü, ne hissettiğimi burada anlatamam, çünkü yazacağım hiçbir şey onu anlatmaya yetmez, hiç bir sözüm bizi gerçekten yansıtamaz. İşin güzel tarafı, o da bunu biliyor.

Ulan ben hiç gerçekten aşık olmadım lan. Tamam, birilerini sevdim belki, hoşlandım, onlar hakkında şiirler yazdım, ama yalandı lan hepsi, halisülasyondu, kendi kendimi kandırmaktı. Ve bazı kişilere dair hislerim olmaya devam etse de, gerçekten birine aşık olmadım daha.

Bilmiyorum, bu gece O'nunla birlikte çok şey konuştuk. Kendimizi, yaşamlarımızı, çevrelerimizi konuştuk, ruhlarımızı. Ve bir gün O'nun yazdıkarını okursanız, benim arada kaçırdığım, O'nun ise mükemmel yaptığı bir şeye rastlayacaksınız; samimi olmak, yaşadıklarınızı yazmak, kalbinden yazmak.

Daha çok şey yazardım belki, ama yazacak durumda değilim. Bu yazıyla ilgili tek derdim, O'nun bu yazıyı okuması ve yüzünde bir gülücük belirmesi.

23 Ağustos 2011 Salı

Gereksizlik Ve Vakit Harcamaya Dair

Yere yat ve yattığın yerden odadaki sana en uzak şeye ulaşmaya çalış.








Şimdi ne hissettiğimi anladın mı?

7 Ağustos 2011 Pazar

Nefret Edilmek İçin

Evdeyim. Hava sıcak. Yakmıyor, ama sıcak. Hani kışın üşürken olmasını istediğiniz o sıcak var ya, öyle sıcak. Ev biraz dağınık, biraz pis. Abartı derecede değil, annemi kızdıracak kadar değil. Önümde uzun saatler var ve hepsi boş. Aceleye gerek yok, bir plan yapıp harfiyen uygulayabilirim hatta. Tanrım, daha iyisi belki cennet olabilir.

Ürettiğimiz her şeyde tutarlılık aramak zorunda mıyız? Biraz saçma olsa sözlerimiz ve davranışlarımız ölür müyüz? Aptal bir gençlik komedisi neden Oskar alamasın? İyi hikayelerin bir başı, ortası ve sonu olmalı mı? Hep aynı şekilde dizilmeli mi? Eminim, birazcık dağıtsak biz de çok eğleneceğiz.

Benim amacım felsefe yapmak değil. Gençler felsefe yapmaz. Felsefe sınıflandırmadır çünkü, mantığa oturtmaktır. Gençler bir şeyleri mantığa oturtmak zorunda değildir. Gençlerin yaptığı alternatif yollar aramak, bulmak ve o yolda yürümektir.

Bir film karakteri olsam Tyler Durden olmak isterdim.

Döveceğim ilk kişi de Amerika başkanı olurdu. Kim olduğu önemli değil. O makamı dövmek isterdim.

Dünya üzerinde inanılmaz insanlar yaşadı. Mustafa Kemal Atatürk, Selahaddin Eyyubi, Oscar Wilde, Aldous Huxley, George Orwell, Fatih Sultan Mehmed, Edip Cansever, Jim Morrison... Onlardan geriye çok az kaldı.

Varoluşumuza kafa yormayı saçma buluyorum. Bu dünya üzerindeyiz, akşamları yatıp sabahları kalkıyoruz, bazen mutlu, bazen üzgün oluyoruz, kavga ediyoruz, şarkılar söylüyoruz, yemek yiyoruz, yüzüyoruz ve yürüyoruz, tembellik yapabilmek için hamaklar icat ediyoruz. Bu yeterli olmalı.

Şu anki dünya düzenini değiştiremeyiz. Ya böyle yaşayacağız, ya da ilkel insanlar gibi. Romalılar en ekstrem yolu keşfetmiş ve kullanmış, ki o da uygarlıkla ilkelliğin kombinasyonuydu. Geri kalan tüm düzen denemeleri ütopik. Hayatlarımızın başlangıçlarından beri kapitalist bir düzenle yaşıyoruz. Komünizm var, çünkü doğadaki her şeyin bir zıddı vardır.

Ben kapitalizmi savunmuyorum, yanlış anlaşılmasın. Ama Tanrı'nın bile kapitalist bir düzeni varken, diğer yollar pek mümkün gözükmüyor.

Hatta şöyle bile iddia edebiliriz ki, Şeytan bir komünisttir.

Ve beni en çok güldürecek şey de, Şeytan'ı Karl Marx okurken görmek olacaktır.

Yine yanlış anlaşılmasın, komünizmi kötülemiyorum. Uygulanabilirse eğer, mükemmel bir düzen. Ama ütopik bir düzen.

Hiçbir ideolojiyi savunmuyorum. Sadece yaşama hakkını savunuyorum.

Keyif adamıyım. Bir kadeh şarap içip şiir okuyabildiğim, ya da daha anlamlı konuşmak gerekirse, sıkıntı ve pişmanlığı kendimden uzak tutabildiğim sürece, gerçekten endişelenmem gereken hiçbir şey yok.

Bizler büyük yalancılarız. Aslında aç Afrikalıları, yoksulları, kanser hastalarını ya da kaçak getirilen Rus hayat kadınlarını önemsediğimiz yok. Sadece bazılarımızda yardım çağrısını reddedecek içgüdü yok.

Belki böyle konuşarak büyük günahlar işledim. Belki nefret kazandım. Belki sözlerime inanmıyorum bile. Yine de mazeretim var. Benim bir yeteneğim sorgusuzca farklı açılardan bakabilmek. Bu yüzden kimseyi yargılamıyorum. Ben sizin düşünmediğiniz, düşünmeyi ayıp gördüğünüz, düşünmemek için eğitildiğiniz noktalardan size haberler getiriyorum. Elçiye zeval olmaz.

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Motor Cilası

Şu sıralar günleri dakikası dakikasına hissederek yaşıyorum. Günün sonunda her şeyi anına göre hatırlıyor oluyorum. "Bugün amma çabuk/yavaş geçti" lafı lügatımdan çıktı. Geçmiş ve gelecek orta mesafede duruyor bugüne.

Bilen bilsin buradan, pazar günü evden çıkmıyorum. Aramaya falan kalkmayın, bir günlüğüne hastayım. Hatta iki bacağımı birden kırdım. Pazar günü komadayım. Evi yakmak pahasına kahve yapıp odamı düzenlemekle uğraşacağım, film izleyip kitap okuyacağım, yatıp blog yazacağım. Kahvaltıda hafif müzik dinleyeceğim. Hatta amele atleti giyeceğim.

Yaz bitiyor. Gün be gün yerini sonbahara bırakıyor. Yazın bitişi parlak güneşte veya sıcaklıkta değil, plajlarda veya yanık tenlerde değil, keten gömlekler veya parmak arası terliklerde değil, ama sert esen rüzgarda, takvimin kopan sayfalarında, dershanelerin hazırlıklarında ve yavaşça kalabalığına kavuşan şehirlerde.

Artık kendi hayatımı kurmalıyım sanki bir de. Kendi kararlarım, kendi sorumluluklarım, kendi zevklerim ve kendi özgürlüklerim. Gerçi daha on yedimdeyim, yarın sabah kalkınca iki yumurta kırabileceğimi sanmıyorum. Ama önemli olan bu değil.

Hafif müzik güzel şey. Amaç değil araç olur ya müzik bazen, başka bir işle meşgulken mesela. O zaman çok keyifli. Ama uzun yola gitmez mesela, orada ciddi ciddi müzik dinlemek lazım. Hafif müziği nereden tanıyacağınıza gelince, bir müziğin melodisine ve sözlerine dikkat etmiyorsanız o müzik hafiftir. Hafif müziğin öznel bir kavram olmasına ise değinmeyeceğim.

Bir de bazıları çeşitli ünlülere hayran oluyor ya, ben o his nasıl bir şey bilmiyorum. Hani şu genelde Johnny Depp veya Adriana Lima'nın merkezi olduğu muhabbet. Cidden, bir ünlü için kafayı yiyemiyorum. Sevdiğim ünlüler var, hatta rol model aldığım ünlüler var, ama hiç biri uğruna kendimden geçmiyorum, geçemiyorum.

Bu yazıyı içlerinde bir erkek çocuğu besleyen kızlara, Moda sahilinde en az bir bira içmiş olan herkese, bahçıvanlara, Dubrovnik'e ve onu görmüş olanlara, Manisa'nın sıcağına, geyik muhabbeti kavramına, Henry Ford'a ve Nevada eyaletine ithaf ediyorum. İyi geceler.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Sıkmak Gökyüzüne Kuşları Düşünmeden

Şimdi siz benden bir şeyler anlatmamı bekliyorsunuz değil mi? En doğal hakkınız tabii. Peki ya desem ki, benim anlatacak bir şeyim yok. Bir kere de siz bir şeyler anlatsanız? Hadi anlatmadınız, bana söyleyin, ben anlatayım? Cık mı?

Ben normalde, bilen bilir, deftere yazıyorum bu tip şeyleri. Gir kapaklı var ya bir tane, o. Oraya böyle felsefik, süslü püslü, falan da felan yazıyorum. Arada bir iki kız falan okuyor, hoşlarına gidiyor, bir an için farklı çocuk oluyorum. Bunu böyle söylüyorum da, onları aşağılamak için falan değil ha, yanlış anlaşılmasın. Kendime böyle bir piç, bir pileyboy (evet, aynen okunduğu gibi yazdım, batıyorsa ingilizce blog okuyun) havası yakıştırdığım da yok. Bu sadece oluyor. Aslında tüm söyleyeceğim, o anın tadını çıkarmak güzel. Bu kadar.

Kendimizi kandırmayalım. Halk tabiriyle "götümüzün kalkması" hoşumuza gidiyor. Ego tatmini dediğimiz şeye karşı bir direncimiz yok. Olamaz da zaten. En fazla oto-sansürle tepkini kısıtlarsın. Ama içinde şişmiş bir balon her türlü oluyor.

Merak ettim şu an, acaba iyimser bir insan mıyım, kötümser mi? Söylesenize la. Bilemedim şimdi. Ya da tatlı çocuk mu, itin teki mi? "Aaaaa, olur mu öyle şey?"i cevap olarak kabul etmiyorum. Arada takılıyor kafama çünkü "ben kimim" sorusu. Hatta bunun hakkında yazmış olmam lazım bir ara, hatırlıyorum.

Müzisyenlik güzel şey ya. Yeteneğim olsa yapardım, yeminle. Bana uzaktan takdir etmek kalmış ama, gökteki büyük adam ne derse o. Ama hakikaten, özeniyorum ya. Güzel iş çünkü. Yani sırf ne iş yaptığımı sorduklarında bile "müzisyenim" diyebilmek için bile müzisyen olasım var (selam Kesici).

Hani bir an geliyor, böyle yalnızlık yüzüne vuruyor, ama böyle tokat atar gibi değil, profesyönel boksör hesabı, süper bir sağ kroşe atıyor, o çok fena. Bir de ilk başta acımıyor da, yavaş yavaş, uyuşarak acıyor. Sevimsiz bir şey.

Bir de zamanın ucunu kaçırmak var, pek sinsi. Hızlı tren gibi, bir bakmışsın bir yerde oturuyorsun, veya yatıyorsun, neresi olduğunu bile anlamıyorsun, kimlerleydin hatırlamıyorsun, hatta üstüne ne giymişsin onu bile bilmiyorsun. Genelde başın ağrıyarak kendine geliyorsun. sinsi bir şey ya, pis, çirkef (selam Akdikmen), uyuz bir şey.

Türkçe de güzel dil. Kelimeler güzel. "Yakamoz" güzel, "Manidar" güzel, "Özlemek" - "Özlem" (selam Kahyaoğlu, Uğun, Kabaoğlu) vs. güzel, "Kıvılcım" güzel... En güzeli ama "Mehtap" bence.

Dükkanı da kapayasım var. Yatağa akayım diyorum, şöyle bir uyuyayım. Artık ne zaman uyanırım Allah bilir (selam Ügümü). Kendinize iyi bakın.

Not 1: Bu yazı uykusuzlara (selam Ügümü), sırtı veya başı ağrıyanlara, İstanbul'da olan herkese, Türk rakçılara (yazım konusunda daha demin bir şeyler söylemiştim) (selam Kesici, Filiz, Şerbetçioğlu, Mutlu), kibirli sokak kedilerine, kadınlarıyla kavga etmiş olan erkeklere, İzmir sokaklarına, Göçek yıldızlarına, kamera görünce el sallayan insanlara, kumarbazlara ve küfürbazlara ithaf edilmiştir.

Not 2: Bu yazı yazılırken bünyeye zararlı hiç bir madde tüketilmemiştir, lakin yakın zamanda tüketilirken (ayıptır söylemesi, alkol) yazma girişimleri düşünülmektedir.

8 Temmuz 2011 Cuma

Eğer Bir Gece Yarısı Bir Çocuk Karanlığa Konuşursa (Alternatif Yaşamlar)

Genelde bir şeyler yazarken dikkatimi dağıtacak hiçbir şey istemem. Hiçbir şey aklıma girsin istemem. Bir şeyden ilham alarak histerik bir şekilde defalarca yazdım, o ayrı bir şey. Ama bazen bir başlangıç noktası çalıyorum kendime; bir şarkı veya bir söz gibi.

Ve şu an ne diyeceğimi bilmiyorum. Klavyemin pisliğine bakıyorum, sırtımdaki soyulan derileri yırtıyorum, düşünüyorum, ne düşündüğümü fark etmeden veya hatırlamadan düşünüyorum, ama yazacak bir konu bulamıyorum.

Ben aslında bukalemun gibi bir hayat istiyorum (evet evet, nereden nereye). Durumu size şöyle anlatayım; bohemce düzenlediğim evimden çıkıp, Mustang'ime atlamak, deli gibi uzun yol yaptıktan sonra deri ceketimi arabada bırakıp, bir yerlerden bir takım elbise bulup bir barda veya gece kulübünde eğlenmek istiyorum.

Her gün biraz daha büyüyoruz. Her gün, her saat, her dakika, her an bize bir şey katıyor. Dinlediğin her şarkı, okuduğun her köşe yazısı, konuştuğun her konu, yaptığın her kaza, bize bir şey katıyor. Ve ben artık bir yetişkin olabilmek istiyorum, bu da şu demek; bağımsız hareket edebilmek, her hareketimin sorumluluğunu almak, kendi düzenimi kendim kurmak. Beni geriye çeken tek bir şey var ancak; o da bu işe şimdi kalkışırsam kesin çuvallayacağım. O kadar hazır değilim daha çünkü, o kadar donanımlı veya iradeli değilim, hala daha kendimce uçarılıklarım, üşengeçliklerim, çekingelerim var.

Hayatlarımız ellilerdeki gibi olsa güzel olurdu bence. Tamam, teknoloji yok, hayat daha zor, o devrin sıkıntıları çok, kadın-erkek eşitliği yok, ırkçılık var, falan da filan, ama yine de bana günümüz koşullarından daha iyi, günümüz dünyasından daha güzel geliyor.

Bazen gerçekten ne hakkında yazacağımı bilemiyorum. Bazen dönüp dolaşıp aynı şeyleri yazıyorum gibi geliyor. Bazen beş on cümleyi saniyeler içinde yazıp, aynı hızla çöpe atıyorum. Yazarlar için tipik galiba, yine de ben alışamadım bu duygulara.

Bazı konularda çizgiler çok keskin oluyor. Mesela sporda. Ya kazanırsın, ya kaybedersin. En ekstra berabere kalırsın. Ya iyisindir, ya kötü. Ya da mahkemeler, ya suçlusundur, ya da suçsuz. Bu yüzden de mücadele etmek zorundasındır. Mücadele çılgınlığa yakındır zaten. Ne kadar çok mücadele edersen, o kadar sükunetini, düşünme yetini kaybediyorsun.

Kendimi filmlere vurdum son son. Kıştan beri beklettiğim filmleri teker teker siliyorum izleye izleye. Bu saatten sonra gerçek bir hikayesi olmayan filmlerle vakit harcamak istemiyorum. Belki de bağımsız sinemaya vururum kendimi.

İnsanoğlunun her şeyinde bir kontrast var. Zekasında, hayal gücünde, tavırlarında, bedeninde, inançlarında... İki zıt kutup üstünde oynayıp duran, gide gele kontrastları olusşturan bir sistem bu.

Şu an yazdıklarım doğru mu, yanlış mı, mantıklı mı, güzel mi, değil mi umursamıyorum. Öyle yazıyorum, biraz alışkanlık, biraz zevk, biraz da ihtiyaçtan.

Artık bitirsem mi diyorum, fikirlerim iyice sivrisineklere döndü zaten, parmaklarımın arasından kaçıp duruyorlar. Belki de bugün şu yaşlı esnaf hacı amcalar gibi yaparım, yavaşçana kalkarım sandalyemden, ağır ağır yürürüm, dükkan kapısından çıkar bir de kilitlerim, son olarak da kepenkleri indiririm, yine ağır ağır.

1 Temmuz 2011 Cuma

Bir İlkbahar Sabahıydı

Genç oğlan sarışındı
Altmışlardan gelen bir sinema yıldızı gibiydi
Diğer bir deyişle sapına kadar bir serseri
Genç kız esmerdi
Sanki büyümüş de küçülmüş
Bir diva gibiydi

Bir ilkbahar sabahıydı
Şehir cıvıl cıvıldı
Oğlan araba sürüyordu
Demiştim ya
Altmışlardan gelen bir sinema yıldızı gibiydi
Kız şık bir kafedeydi
Oğlan kafenin önüne çekti
Arabanın üstünden atladı
Tıpkı altmışlardaki gibi
Kız oğlana baktı
Oğlan pek oralı olmadı
Oğlan o sabah çok iyi göz boyadı

Bir Eylül gecesiydi
Şehir ışıl ışıldı
Kızla oğlan kol kolaydı
Her şey film gibiydi
Caddeni ortasında sarhoş gibi
Sekizler çizdiler
Yıldızlar yoktu ama elektrik direkleri vardı
Gece gece değil gençlik masalıydı

Bir kış sabahıydı
Şehir buz tutmuştu
Oğlan bir pardösü giymişti
Kızın kabanı vardı
Sırtları dönüktü birbirlerine
Adım atmaya cesaretleri yoktu
Oğlan ağlamayacaktı
Tek sebebi altmışlardaki film yıldızı olmasıydı
Kız da ağlamıyordu henüz
Çünkü gözyaşları yatak odalarına
Pembe yastıklara özgüdür
Yarınki güneşi düşünemiyorlardı
Bugünün bulutları var olan tek şeydi çünkü

22 Haziran 2011 Çarşamba

Tıkanmak

(Normalde burada bir metin olmalıydı ama söylemek istediğim her şey bir hızlı tren gibi aklımdan geçip gidiyor, o yüzden burada bundan başka hiçbir şey yok)

15 Haziran 2011 Çarşamba

İç Savaş

Şu an hüzünlü bir müzik duyuyor musunuz? Belki kendinizi kitaplarda arıyorsunuz. Gazetelere bakıp kara kara düşünüyorsunuz. Küfür ediyorsunuz, yoksa yalan mı söylüyorum? Her yandan sizi çağırıyorlar ve ne yapacağınızı bilmiyorsunuz, eminim ki bilmiyorsunuz. Umarım bunalmadınız, kendinizi hasta gibi hissetmiyorsunuz. Belki bu yaz derdinize deva olur. Gözlerinizdeki cılız ışıktan anladığım kadarıyla şu an umutlarınızdan konuşuyorum. Karanlık geliyorsa açın camları. Hava sıcak, temiz havaya olan muhtaçlığımızı kim inkar edebilir ki? Bir kadeh içki sıkıntınıza sadece bir iki saat mani olacak, bunu benim kadar iyi biliyorsunuz ve zaten böyle bir şeyi tecrübe etmişsinizdir. Çünkü hayatımızda sıkıntılar başroldedir, filmin kötü adamlarıdırlar, böylece kahramanı olduğumuz filmin bir konusu olur. Hayat böyledir, yüzünüzdeki bir sivilce gibidir, iğrençtir ve insanlar yüzünüze bakarken göz bebeklerinin arkasında bir tiksinme ibaresi görürsünüz, ama alışırsınız.

Bunlar hep neden oluyor biliyor musunuz? Ah, aptallığım için beni bağışlayın, elbette biliyorsunuz, aynada kendinize bakarkenki çıplaklığınız kadar bariz bir biçimde biliyorsunuz hem de. Oluyor, çünkü aşıksınız, çünkü kaybettiniz, çünkü anneniz sizden memnun değil, çünkü çok şey istiyorsunuz, çünkü tembelsiniz, çünkü umursamıyorsunuz, çünkü üzülmek evde, çalışma masanızın başına gelince aklınıza geliyor sadece, çünkü hayatı yirmi dört saate sığdıramıyorsunuz, uyumuyorsunuz bile doğru düzgün, sorumluluk duygunuzu on yaşında terk etmişsiniz, filmlerdeki gibi bir başarıya ulaşmaya gücünüz yok ve daha kötüsü olmadığına inanmışsınız, yarın sabah uyandığınızda aynı şeye devam edeceğinizi söylüyorsunuz kendinize ve boyun ve sırt ağrılarınız şu an sizin için her şeyden daha önemli.

Ağır konuştuysam özür dilerim. Derin bir nefes alalım. Siniriniz yatışınca söyleyin. Ben artık yavaş yavaş susayım, önemli bir işiniz var gibi geliyor bana ve adım gibi eminim yanılmıyorum. Bu akşam da yanınıza yakın dostlarınızı alın ve olan bitenin üstüne bir sünger çekin, bu akşam eski hatalarınızı yapmak için bir fırsatınız daha var. Ah, doğru ya, zaten öyle yapacaksınız. Hatta ne diyeceğim bakın, şu hayalini kurduğunuz yaz var ya, onu yıpranmış benliğinizi yıkamak için kullanın. Bu sonbahara zinde, güçlü ve kararlı girin. Tanrım, hala daha gevezelik ediyorum! Sizi daha faza tutmayayım. Görüşmek üzere, çünkü her ne kadar istemeseniz de görüşmek zorundayız.

5 Haziran 2011 Pazar

Takım Elbiseli Domuzların Manifestosu (ya da Günümüz Koşullarına Göre Birkaç Hatırlatma)

- Ne zaman evet ne zaman hayır demen gerektiğini bilmek seni güçlü kılar
- İstemediğin şeyi yapma, istediğin şeyi mutlaka yap
- Yalan söyleyebilmek tek başına yetmez, zamanlama da gerekli
- Her zaman daha büyük bir balık vardır
- Uzun konuşma. Ne kadar güzel konuşursan konuş, uzun konuşma. Çünkü uzun konuşmanın sonu boş konuşmaktır
- Hayatta erdemleri esnek olan adamlar kazanıyor
- Hayal ettiğin geleceği iraden güçlüyse alırsın
- İlkbahar optimistlerin, kaybedenlerin ve liselilerin, yazlar serserilerin ve miskinlerin, sonbahar karamsarların ve aşıkların, kışsa yaşlıların, uykusuzların ve yorulmuşların mevsimidir.
- Kalıplar seni çamura batırmak içindir
- Ahlaki değerleri illegal olarak kırmak olağandır
- Bilgi ve birikim günümüzde görünüm ve ön yargıdan başka bir şeye yaramıyor. Ve görünüm ile ön yargı günümüzde her şey demek
- Tecrübe, hayatındaki en iyi danışmanın olacaktır
- Mutluluğu yakaladığın an süründüre süründüre harcamaya bak
- Tesadüfler her zaman yaşanmaz. Yaşandığındaysa hayatını kökünden değiştirirler


8 Mayıs 2011 Pazar

Gelişigüzel

Bana yazacak bir şeyler bulsanıza. Lütfen. Herhangi bir şey ya, ne bileyim, yaşadığınız aptal, ergen işi bir aşk veya biriyle ettiğiniz bir kavga, ya da basit bir eşek şakası, her şey olur. Anlatacak bir şeyler istiyorum.

Aslında var anlatacaklarım, ama bilin istemiyorum. Cidden. Bana da gelmeyin sonra neymiş bakayım anlatacakların diye. Anlatmam çünkü. Böyle ketum bir adamım işte.

Hatta bakın ne diyeceğim, böyle geliyorsunuz ya bazen, bir derdin var mı, ne bileyim, şunu neden yaptın falan filan, bazen gelip naber demenizi bile istemiyorum ya. Her daim öküz olacağım demek değil bu tabii ama ben zaten muhabbet etmek falan istemediğim zaman belli ederim, üstlemeyin.

Neyse, daldan dala atlayayım. The End'i bilen var mı? The Doors'dan hani (Kesici, yarın öbür gün bana buralardan laf sokarsan kalbini kırarım)? He, o benim hayatımın şarkısı işte. Yani, benim hayatımı anlatmıyor, ya da şarkıda geçen şeyleri yapmayacağım, o ayrı, ama benliğimin bir parçası haline geldi. Aklımın en manyak köşelerini dolduruyor.

Bu arada biraz sert konuştum ama alınmaca gücenmece yok. Sonra tatsızlık çıkmasın.

Bu kayıt uzun olsun istiyorum. Böyle uzadıkça uzasın, gittikçe sürünsün. Ve evet, BU GECE DE ERKEN UYUMAYACAĞIM.

Her seferinde söylüyorum, ben geceleri gündüzlerden daha çok seviyorum. Gece yaşamak istiyorum biraz da, birkaç saat altı üstü. Bu kadar da zorlamayın.

Ben bunalımda falan da değilim ayrıca, yarın öbür gün bana vah vah diye bakmayın.

Bunların hepsi hep bir yerlere yetişmek derdi yüzünden oluyor. Sürekli bir yerlere koşturmak zorunda olduğum için. Yat uyu, yarın okul var. Okul çıkışı ders var. Her Allah'ın günü antrenman var. Evde ödevler var. Sınavlar var. Program yapılır, ona yetişmek gerekir. Telefon çalar zır zır, onu açmak gerekir, konuşmak gerekir. Zaman kavramından nefret ediyorum.

Yarın öbür gün şaman dansı yapıcam, belki hakikaten bir faydası vardır.

Ben aslında bana iyi gelecek şeyi biliyorum. Aranızda başka bilenler de vardır. Bana o lazım.

İyi geceler falan da değil ayrıca.

(OH BE!)