7 Aralık 2014 Pazar

Büyük Kaptana Hitaben

Bak Büyük Kaptan, bugün (07.12.2014) senin jübilen. Biraz da senin tabirlerinle "bugün dünya bir futbolcu kaybediyor", ama, "bir futbol insanı kazanıyor". Antrenör, gözlemci, teknik direktör; hangi sıfatla devam edersin futbola bilmiyorum. Yolun tekrar Fenerbahçe'ye düşer ya da düşmez; onu da bilmiyorum. Bildiğimi söyleyeyim sana ama; bir gün görsem seni herhangi bir yerde, her şeyi bırakıp bir kenara koşacağımı sana, hasreti iliklerime kadar yaşayarak sarılacağımı ve ağlayacağımı hüngür hüngür, bu takıma kattıkların, kim olduğun, bize karşı hissettiklerin ve hissettirdiklerin ve gidişin için ağlayacağımı biliyorum. Bak Kaptan, benim şu dünya üzerinde kanlı canlı gördüğüm en büyük topçu sensin, Fenerbahçe formasını ıslattığını gördüğüm en büyük topçu. Sen bizim efsanemizsin, benim efsanemsin. O yüzden geçiyorum Messi'leri Ronaldo'ları onları bunları; şu dünyada benim gördüğüm en büyük topçu sensin. Bunlardan ötürü özlüyoruz be Kaptan. Herhalde bunu söylerken tüm Fenerbahçe taraftarları adına konuşuyorum; bir kez daha gel Saraçoğlu'na. Allah aşkına gel. Nasıl gelirsen gel ama gel. Hasret artık gözpınarlarımda birikti, dilimin üstünde, ses tellerimde, damarlarımda ve yüreğimin en derinliklerinde. Gel Kaptan Kadıköy'e. Saraçoğlu'na bir kez daha gel. Son bir kez de olsa bir haykıralım "De Souza" anonsu gelince

ALEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEEXXXXXXXXXXXXXXX

diye. Şu hasret, şu ızdırap son bulsun be Kaptan. Lütfen.


26 Kasım 2014 Çarşamba

Çaresizce İzlerken

Bazen gördüğün bir şey veya yaşadığın, hayattaki seyrini değiştirir ya hani, inandıklarını sorgulatır sana, bir anda keser sesini. O zaman düşünmeye başlarsın nasıl olur da güzelliğe ve zarafete kendi lekesini sürmeye çalışan birileri olur dışarıda, nasıl olur da bu kadar aciz olur kendini tutmakta sebebi her ne olursa olsun. Bir yandan da kendini suçlarsın sanki her şey senin elindeymiş gibi, sanki gerçekten kabahatli sensin gibi. Keşkeler ele geçirir seni ve her ne kadar dışarıda kalacağını bilsen de bu durumda bir şeyler yapmak için kıvranırsın. Pişmanlığın insanı soyutlayan gri ve soyut mapusuna girersin kendi adımlarınla. Dayanması zor ve bunu söylerken mübalağa etmiyorum ki hiç de sevmem böyle gizli gizli kendini hem övüp hem de haklı çıkartmayı ama bu bir itiraf veya açıklamadan çok bir tepki ve acizlikten kaynaklanan, sözünü ettiğim pişmanlıktan kaynaklanan bir tepki. Sanırım içimin yandığıyla kalacağım ve bu koyuyor insana ciddi anlamda hem de. Olan bitenin hikayesini bilmiyorum, bu hikayenin kahramanlarını da bilmiyorum ama gördüğüm kederi biliyorum. Gördüğüm kederi biliyorum.

21 Kasım 2014 Cuma

Alın Size Saykadelik

Her saykadelik hikayede olduğu gibi bu hikaye de çölde başlıyor. Çölde bir kadın var ama bu kadın filmlerdeki ve reklamlardaki o her şeye rağmen güzel ve şık kadın değil. Kadın çirkin de değil ama dişleri sapsarı, parmakları dolma dolma, çenesi çok çıkık ve gözleri suratı için fazla ufak. Kadın yürüyor, bir tepeye tırmanıyor. Pek de kendinde değil, çaresizlik yürüyüşü umursamazlık yürüyüşüne dönüşmüş artık, ölmekten çok yaşamayı düşünüyor zira elimizde olmayanlar aklımıza doluşur çoğu zaman. Kadın zirveye ulaşıyor. Etrafını izliyor, sonsuzluğa yayılmış o tek tip kum tepelerini izliyor. Tepeler adete bir desen oluşturuyor. Kadın ağlamaya başlıyor. Önce bir damla yaş ile başlıyor, bir iki oluyor, sonra üç ve bir fibonacci dizilimi gibi damlalar artıyor tıpkı şiddetin arttığı gibi, ve artık sadece ağlamıyor kadın, çığlıklar da atıyor. Ve bir anda kadın parçalarına ayrılıyor; ortaya berrak, şeffaf ve açık bir mavi ve soluk bir kırmızı çıkıyor. Renkler göğe yükseliyor. İç içe geçiyor renkler yükseldikçe simsiyah bir arka planın derinliklerine doğru. Renkler küçülüyor siyah renkleri yuttukça. Tam siyahtan başka bir renk kalmadığı anda bir beyaz doğuyor siyahın içinden. Beyaz soldukça kadraj sevişen bir çifti gösteriyor. İşte bu kare tam bir film karesi. Öyle suni ki odadaki her nesne, her an ve her kavram. Ter kokusu yok, sıcak yok, uyumsuzluk yok, dışarıdan gelen alakasız sesler yok, yönlendirme yok. Her şey o kadar mükemmel ki, en nihayetinde erkek dayanamıyor daha fazla. Bir anda çıkıp yataktan o kataloglardaki kadar güzel ve muntazam odanın ortasına kusuyor. Titriyor erkek. Ve bir anda odanın dışından bir yerlerden boğuk sevinç çığlıkları yükseliyor ve susmuyor çığlıklar, susmuyor. Kadın yatakta oturuyor şimdi, öylece oturuyor. Bu seferki kadın genç ve çok güzel, çok mükemmel. Erkek de öyleydi kusmazdan evvel, şimdi ise daha çirkin, daha düz ama daha insan. Erkek sevgi dolu bakışlarla donuk kadına bakıyor. Donuk kadın o güzel yüzünü sol eliyle kavrayıp çekiyor bütün gücüyle. Suratı yırtılıyor kadının. O sahte yüzünün ardında yeni bir yüz var şimdi, kanlar içinde ve eskisinden çirkin, ama daha insan. Kadının suratında huzurlu bir tebessüm var artık. Kadraj kadının suratından sağa doğru yüz seksen derece dönüyor ve şimdi yine karanlıktayız. Karanlığın içinde bir sarkaç sallanmaya başlıyor. Sarkacın ucu yaşlı bir meşe ağacı. İncecik bir ipe bağlı meşe. Bu sarkacı izleyen bir tavşan var ve tavşan meşe yerine gürgen olsaydı diye düşünüyor kendi kendine. Meşenin dallarından güvercinler uçmaya başlıyor. Güvercinler sürüklüyor bizi ve bir kahve bardağının tam üstünde bırakıyor kadrajı. İçi dolu kahve bardağını izliyoruz. Kahveden duman yükselmiyor. Biz kahveyi izlerken yangın çıkıyor. Yanık kokusu burnuna doluyor. Ve bir anda biri kafanı çekiyor sertçe, bir bakıyorsun ki uzun kır saçlı, kot ceketli, kirli sakallı, korkunç bir adam suratına kahkahalar atıyor. Oda yanıyor ve kahkahalar suratında patlıyor. Sen yanıyorsun ve kahkahalar suratında patlıyor. Yanan radyoda Neşet Ertaş çalıyor. Ve bir anda kendini bir okey masasında elindeki siyah altıyı yana atarken buluyorsun. Hayatın bütün durgun gerçekliği seni saykadeliğinden ayırıyor. Artık siyah altı var hayatında ve beklediğin kırmızı dokuz. Sana saykadeliğini hatırlatan Neşet Ertaş var artık sadece ve ironiye gülmeye başlıyorsun. Yeni bir saykadelik tecrübesi arıyorsun. Bunun için kırmızı Ford Fiesta'nın egzozunu soluman gerektiğini biliyorsun. Sonra seni beyaz tavşan değil ama fraklı buzağı o çöle geri götürecek, bunu biliyorsun. Kırmızı sekizi çekince ortadan küfür ediyorsun ama okey masasının ilerisinde üstünden kan damlayan bir zincirle oynayan melek kanatlı erkek çocuğunu görünce okey oyununu unutuyorsun. Okeyin yeşil bir olduğunu unutuyorsun. Belki de kırmızı Ford Fiesta'ya artık ihtiyacın yoktur. Neyse, kırmızı sekiz bir kenarda dursun, biz yeşil on biri atalım.

24 Eylül 2014 Çarşamba

Kara delik her şeyi yutuyor
Ben kıyısında oturuyorum
Ne kara delik beni yutmak istiyor
Ne de ben içeride ne var merak ediyorum

9 Ağustos 2014 Cumartesi

Delirin Lan

haydi bakalım yeni bir sefer yeni bir tufan yeni bir sözcükler öbeği dörtten evvel uyuyabilseydim bu yazıyı yazmıyor olacaktım normal bir insan olsaydım bu yazıyı yazmıyor olacaktım deliliğe yatkın bir zihnim olmasaydı bu yazıyı yazmıyor olacaktım her neyse neden korkar insanlar neden korkarlar mesela karanlıktan neden korkar ölümden neden korkar yalnızlıktan korku neden var tamam kabul var olsun bir işlevi var korku olmasın demiyorum korkuyla barışık bir insanım ama mantığa dayandırmaya çalışınca işte o zaman korku çok absürt çok lüzumsuz kalıyor misal yükseklik korkusu düşmekten korkarsın esasen hatta daha esasen ölmekten korkarsın hatta kendin aşağıya atlamaktan korkarsın kendinden korkarsın ve sana bir şey söyleyeyim yükseklik korkusu olan insan kendinden korkmakta haklısın ve yalnız değilsin ben de kendimi yüksekten atar mıyım diye düşünüyorum ve ben de korkuyorum çünkü kendine bir bahane bulamazsan kendini yüksekten atmaman için hiçbir sebep yok önünde benzer şekilde eşini dostunu ananı bacını veya onları da geç herhangi birini öldürmemen için de bir bahanen yoksa öldürmek senin için olası bir sebep artık gayet ihtimaller dahilinde o zaman neden öldürmeyeyim sorusu neden öldüreyim sorusundan daha güçlü çünkü insan sen de biliyorsun ki kötülüğe yenilmek kolay hayatında bir şekilde kötü de olmak istiyorsun hem iyiyi hem kötüyü istiyorsun en masum haliyle benim için en iyisi olsun da diğerleri umurumda değil diyorsun birine bir şeye kötü olmak istiyorsun çünkü genel gidişatta zaten iyisin sıradan bir gün içerisinde zaten birine tecavüz etmenin veya birini dolandırmanın gereği yok fitne sokmaya ihtiyacın yok ama içinde bir kötülük taşıyorsun ve onu bir şekilde dışarıya atman lazım nasıl olursa olsun çünkü yaradılışın bu bu kadarsın ama işte sen bunu kabullenemiyorsun insan sana göre sen hep iyisin sen hep haklısın ama değilsin be işte kardeşim değilsin bacım değilsin sayın insan sen doğanın çıkarttığı toplamsın sen ortalamasın sen orta noktasın yüksek sosyetenin şarap içerken ortasına koyulan peynir tabağı gibisin o da var bu da var biri sana delikanlısın derken da haklı orospu çocuğusun derken de haklı insan çünkü hayatın boyunca en az bir kişiye delikanlılık en az bir kişiye de orospu çocukluğu yapıyorsun insan hatta bazen ikisini birden aynı anda yapıyorsun işte böyle eciş bücüş bir sikime benzemez bir varlıksın insan tövbe yarabbi bir varlıksın insan neyse ne bileyim koşup koşup mermer bir iskeleden ta uzaya kadar bir solucan deliğinin içine balıklama atlamak istiyorum ha bu arada insan bu saatten sonra seni daha tınlamamayı düşünüyordum ama şunu da söyleyeyim gezegeninin dışında koca bir uzay var koskoca uzay ne sırlara vakıf ne engin ne muhteşem bir şey uzay lan uzay ama sen hala yarak kürek işlerle uğraşıyorsun insan çapın bu kadar çünkü neyse uzay diyorum uzay hakkında her şeyi geç alabildiğince cahil bak olaya yine de görselliği var uzayın muazzam bir görsellik o nebulalar o asteroid halkaları o galaksiler ohooo say say bitmiyor nasıl bir şeydir bu nasıl bir algı uyuşturucusudur belli değil cidden merak ediyorum ve cidden istiyorum bir şekilde uzaya çıkmayı çünkü insanı aşan bir şey uzay öyle bir tecrübenin nüfuz edeceği bir insan bir daha aynı olmaz olamaz olmasın da zaten bir de uzaydan dünyaya bakıp dünya hakkında yorum yapanlar var ya siktir et dünyayı iki dakika bak uzaydasın bambaşka şeyler hayatında bir daha vakıf olamayacağın olaylar durumlar varlıklar onlarla ilgilen dünya bildiğin dünya işte ama lafın kime ya kim duyacak da kim ciddiye alacak bunlar hep uykusuzluğun ürünü hep gece içinde ayakta olmanın sonucu aslında kırkıncı kere söylüyorum ama seviyorum geceyi fakat geldim yirmi yaşıma işlerim sorumluluklarım var onları halledebilmek için gündüz ayakta olmak gerekiyor ama zaten ben yattıktan hemen sonra şafak söküyor öyle olunca hiçbir manası kalmıyor günün hop gitti çöpe öyle olunca işler de tamamlanmıyor ve en nihayetinde zararlı çıkıyorum ne pis ne boktan bir döngü lan bu en azından geceleri beni rahatsız eden yok ben gece ve aklımın içindeki deliler ve müzik baş başa kalıyoruz ve bu anlarda huzur emniyet özgüven vizyon hepsi hepsi bende oluyor işte ihtiyaç duyduğum şey bu varsın uzak olsun insanlar bana varsın tekinsiz olayım varsın korku endişe rahatsızlık tiksinti nefret acıma uyandırayım insanlarda soğuk iyidir benim için uzak iyidir hatta bunlardan iyisi hakimiyet insan üstünde en mutlağından tamam işte bu ben bunu arıyorum benim izin verdiğim ölçüde düşünsün insanlar benim istediğim kadar yakın olsunlar bana ben ne dersem onu yapsınlar ben ne hissediyorsam ona göre hissetsinler benim düzenimde yaşasınlar işte bu kafamın içinde oluşan video klipte çıkmış bir yaşlıca gür sesli göbekli adam bir yamaca faşizim diye bağırıyor avaz avaza altında insanlar marş ederken tiranlık diye bağırıyor despotizm diye ve bu fikir beni rahatsız etmiyor bu benim en karanlık saatim bu benim kendime en mağlup olduğum anım ama aynı zamanda en berrak olduğum en ben en özgür en gerçek olduğum anım yalanım yok bu anda yakın ateşleri ve dans etsin en güzel kadınlar ve şarap testileri uçuşsun havada savaş boyaları ve dövmeler olsun insanların üstünde vahşetimizi inkar etmeyelim davullar davullar hadi gitarlar arplar flüter kemanlar piyanolar olmasa da olur vokal olmasa da olur ama davullar mutlaka olmalı çünkü dans davulla başlar ayakları oynatan davuldur ritim davuldur o yüzden çalsın davullar ve hep beraber delirelim zaten sağduyu akıl ve selamet bir tiyatro bir kandırmaca değil mi heheeeyyy işte böyle be şaşırdım ben çünkü senden ötürü sen de şaşırdın sen de sen de o da onlar da bu kadar ya şimdi söyle bana şaşırmış deli aptal cahil ve vurdumduymazken sen de gökyüzünde süzülür gibi hissetmiyor musun sen de gökyüzünde süzülür gibi hissetmiyor musun

30 Mayıs 2014 Cuma

O Dans Eden Kadın

Paltomun yakasını kaldırmak zorunda kaldım en sonunda çünkü yağmur kırbaç gibi dövüyordu ensemi. Keşke arabamı satmak zorunda kalmasaydım dedim içimden. Hayatın bana sillesini vurduğu o dönemlerden birindeydim ve umutsuzluk kefen bezi gibi sarmalamıştı beni. Mekana varmama bir iki sokak kalmıştı o yüzden adımlarımı hızlandırdım. Kapıdan içeri girerken ne güvenlik görevlisi bir şey sordu ne de ben bir şey söyledim, artık müdavim sayılırdım.

İçerisi yine gürültülü, loş ve duman altıydı. Saatime baktım, daha vakit gelmemişti. Sahne önünde, sahneyi iyi gördüğünü bildiğim bir masaya oturdum ve artık tanışık olduğumuz o kumral garson kıza votka söyledim. O da barmen de nasıl sevdiğimi biliyorlardı. Buraya her geldiğimde yaşadığım o öz güvensizlik, rahatsızlık ve heyecan yine ve yeniden yakaladı beni. Votkamdan ufak yudumlar alırken bir yandan da sabırsızlanmaya başlıyordum. Gözüm sahnedeydi, istesem de ayıramıyordum. Bir nevi bağımlılık olmuştu bu bende artık. Bu böyle nereye kadar sürecekti bilmiyordum. Her geçen gün cebimde daha az para kalıyordu ve yakında bırak bu kulübe gelmeyi, bakkaldan ekmek bile alamayacak duruma gelecektim, en azından gidişat bunu gösteriyordu.

Kendi acıklı dertlerimi kulübün kararmasıyla bir kenara bıraktım. Ağır ve erotik bir müzik çalmaya başladı. İki spot ışığı yandı ve işte oradaydı, o dans eden kadın. Sallana sallana yürüdü en öne doğru, çıplak ayaklarından neredeyse ses gelmiyordu. Derin bir nefes aldım. Yüzünde güçlü ve dominant bir ifade vardı. Direği tuttu ve o dominant ifade çarpık bir gülümsemeye döndü. O dans eden kadın direğin etrafında döndükçe, sallandıkça, tırmandıkça ve o kendine has bir havayla yaptığı figürlerle dans ettikçe ben tüm dünyayı daha da arkamda bırakıyordum. Bu dansı seyretmek benim için salt cinsel tatminden daha fazlasıydı; sanki o dans eden kadın karşımda oldukça ben o zavallı, işsiz, yoksul ve çaresiz adam değildim. Kalabalığın ıslıklar çalıp laf attığını biliyordum elbette ama duymuyordum. Dans eden kadın da duymuyor gibiydi, sahnedeyken o sadece müzik, direk ve o varmışcasına davranıyordu.

O dans eden kadın benim önüme gelene kadar artık olağanlaşmaya başlamış bir halde dansı seyrediyordum. Daha önce de sahne önünde oturmuştum ve daha önce de benim yakınıma gelmişti ama bu seferki farklıydı, hissedebiliyordum. Tam karşımda durdu. Bacaklarını açabildiği kadar açtı ve yere oturdu. O an yüz yüzeydik. Sarı dalgalı saçlarıyla, ela gözleriyle, makyajlı suratıyla ve tatlı parfümünün kokusuyla algıma tamamen hakim olmuştu. İki eli birden sırtına gitti, sonra geri geldi ve bir elinde üstünü tutuyordu. Her gösterisinde üstünü çıkartırdı fakat bana ömrümde ilk defa böyle bir şey görüyormuşum gibi geldi. O çarpık gülümsemesi genişledi ve üstünü bana attı. O anki ifademle onu bayağı eğlendirmiş olmalıyım çünkü kahkahasını duydum. Bana doğru eğildi ve çenemi alttan üste okşadı. Sadece bir kere. Yeterdi de artardı bile. Sonra o dans eden kadın o çarpık gülümsemesiyle doğruldu, ayağa kalktı, şovunu tamamladı ve gitti.

Olduğum yerde kalakalmıştım. Tutulmuştum. Kucağımda bir kadın üstü öyleye duruyor ve soğuk terler döküyordum. Allak bullak olmuştum. Sefaletimin üstüne kurduğum sığnağımı bir üst ile paramparça etmişti. O anda hissettiğim güç ve öz güven bende şok etkisi yaratmıştı. Bir anda en yukarıya çıkmış ve aynı anda ait olduğum yere gerisin geri düşmüştüm. Ne yapacağımı bilmiyordum. Yavaşça kalktım, kumral garson kıza para verip gülümseme aldım, yine güvenlik görevlisiyle tek kelime konuşmadım ve yola koyuldum. Bir elimde hala o üstü tutuyordum.

Eve girdim, ışıkları açmaya bile uğraşmadan yatağa oturdum. Yanı başımdaydı üst ve hala tutuyordum onu. o gece ne uyudum ne de o üstü bıraktım. Sabah olduğunda hala daha ne yapacağımı bilmiyordum ama artık aynı adam olmadığımı biliyordum.

14 Mayıs 2014 Çarşamba

gerçekten düşününce neler yapıyor insan

uyumadığın bir gecenin ardından şafağa bakarsın apartmanların arasından ve yorgunluğun yanı sıra dinginlik hissedersin kalbinin oralarda bir yerde zira sessiz olur şafakları. şafakları güzel yapan budur, sessizlik. sabah ayazının derini kesen soğuğuna bu yüzden aldırmazsın. bir süredir içimde dalgalanan öfke ve memnuniyetsizlikten eser yok şu an. şu an şafağı izler gibiyim; sakin, huzurlu. kendimi ifade etmekten başka bir şeyi düşünmüyorum şu an. zaten düşünce biçimim yansıyor son zamanlarda yazım tekniğime. uzun zaman sonra ilk defa bir anlığına da olsa bir hırsa veya motivasyona, endişeye, öfkeye, aceleye, görev duygusuna, kısaca bir dürtüye ihtiyaç duymuyorum. uzun zaman sonra ilk defa bir anlığına da olsa meşgul olmak yerine, bir işle uğraşmak yerine dinlenmeyi seçiyorum; kendimi işten de, insan ilişkilerinden de, eğlenceden de, akıştan da soyutladım şu an. sadece düşünüyor ve yazıyorum her etkinin bir tepkisi vardır prensibine bağlı olarak. ben bu gece bu kelimeleri insanlığın birikiminin bir köşesine fırlatırken öylesine fazlasıyla uzun tırnaklarım, esasen bu kadar uzun olamaması gereken tırnaklarım çünkü yaptığım sporda tırnaklarımın uzun olması yasak. ama uzun kalacak tırnaklarım bu gece. zira bu gece hayatın kalanına dair hiçbir şey benden içeri kabul değil ben istemediğim sürece ve şu an gerçekten istemiyorum. bu anlattıklarım nereye varacak bilmiyorum. psikolojik açıdan bu yazının alt metni nedir bilmiyorum. bilmek de istemiyorum. en azından şu an. bu nirvanaya ermek değil, bir anlığına aydınlanmak değil, bir nöbet değil, o değil bu değil şu hiç değil, sadece bir şey. şey olarak kalsın zaten ad almasın. ismi olması bir şeyi daha iyi yapmıyor. daha kötü de yapmıyor. birini öldürdükten sonra bu eyleme cinayet demesek de o kötü bir şey olarak kalacak. ama öte yandan bir kötü ismini ortadan kaldırsak sadece bir şey olacak. ahlak kavramı yok olacak. bunda yanlış veya kötü veya çarpık bir şey görmüyorum. o zaman şeyleri şey olarak bırakalım. daha basit yaşayalım. ben yirminci yüzyılın son demlerinin çocuğuyum; yirminci yüzyılın yıkımını ve değişim açlığını ve düzen ihtiyacını ve ahlaka bağımlılığını ve özgürlük aşkını ve saf öfkesini taşıyorum içimde tıpkı yirmi birinci yüzyılın eğlence bağımlılığını ve paraya esaretini ve ahlaksızlığını ve başarıya açlığını ve vurdumduymazlığını ve bencilliğini ve tüketme tutkusunu ve kimliksizliğini içimde taşıdığım gibi. uğruna savaştığımız her şey bize atalarımızdan miras ve savaşmadığımız ne varsa uğruna savaşacak bir şeylerimiz olmadığı için. böylesine hiçliğin ortasına savrulmuş bir kuşağın konuşmaktan, düşünmekten ve en önemlisi yüzleşmekten korkmayan bir üyesiyim. ne olmuş anlamsızsak, ne olmuş bir boka yaramıyorsak, ne olmuş amaçsızsak. inanacak bir şeye sahip olmak zorunda değiliz, aidiyet duygusuna muhtaç değiliz, birilerine hesap vermekle yükümlü değiliz. yarınlar için yaşamayalım, bugünler için de yaşamayalım, carpe diem değil beybi. kimse geçmiş için yaşamaz zaten. yaşamak istediğimiz için yaşayalım, yaşıyor olmak bize yettiği için yaşayalım, ölmek istemediğimiz için yaşayalım, yaşamayı seçtiğimiz için yaşayalım. kaybolmaktan korkmayalım. kaybolsak bile bir yere çıkış oluyoruz, çıktığımız yerden devam edelim yolumuza. zaman kavramı olmasın böylece kendimizi anlamlandıramayalım. anlamları sevmiyorum. eylem ve düşünce, bu ikisi yeter bize. anlamlar, ahlak, kurallar, amaçlar gereksiz. ifade yeter. sadece ifade. ifadeyle düzen de kurulur, işleyiş de sağlanır. bu yüzden de ifade yeter hepimize. ama her ifadenin bir anlamı var. bu gerçek işin içine girince bu iddia suya düşüyor, yalan oluyor. ama anlamlar bizi kısıtlıyor. zaman ve anlam ve düzen asla yenemediğimiz ve yenemeyeceğimiz varlıklar. çok derinlere indim, kulaklarım zonkluyor basınçtan. yüzeye çıkmak ve nefes almak istiyorum. şafağa dönmek istiyorum. tatlı şafak; bir günü daha yenmiş olduğumuzun habercisi. damağımda kiraz tadı var şu an ve kuru üzüm ve badem ve antep fıstığı ve limon. ben çakal eriğinin kütürlüğündeki netliği seviyorum. gitar tellerinin titremelerini hissediyorum şu an sanki parmaklarımın ucundalar. benim yarattığım bir hikayenin içerisinde bir yerlerde bir çocuk sarılmış annesine ağlıyor neden ağlıyorum ben anne diyor vurgulu, kederli, sorgulayıcı, çaresiz, annesine muhtaç. belki de benim o çocuk bilmiyorum. belki de kollarının arasında annesine ihtiyaç duyuyor belki de anne kokusu istiyor. belki, belki, belkiler dünyayı fethediyor. yan yana harflerden oluşmuş askerler ve yan yana askerlerden oluşmuş ordular yeşiller içinde. şafak türküsü çalıyor bir yerlerde duyuyorum. ve şey ile hayat sırt sırta vermiş oturuyorlar şimdi benim varlığımda, bir sigarayı paylaşıyorlar. hayat meksikalı bir adama benziyor şey ise ingilize. meksikalı hayat gökyüzüne bakıyor kısık gözlerle, tam öğlen güneşine. ingiliz karşısına bakıyor, duruyor öyle. göğü delebilecek olsam sadece delebildiğim için delerdim. bunları yazarken kesinlikle uyuşturucu etkisi altında değildim, hiç olmadım, hepinize iyi geceler dilerim.  

3 Mayıs 2014 Cumartesi

ordo ab chao anlık mizansenler ve yağmur yağarmışcasına dışavurum

öfkeye ve nefrete ve memnuniyetsizliğe ve sıkıntıya doydum son zamanlarda iş çok ama vakit boş sonu yokmuşcasına üstüme koşuyor angaryalar dörtnala benimse kendimi ifade etmeye ihtiyacım var birilerine fütursuzca küfürler etmeye gerekirse kavga etmeye iki gün önce bir mayıstı mayısın biri ve polisler vurdu vurdu insafsızca coplarıyla insanlara benim de ihtiyacım var insafsızca vurmaya ve bu bir mayıs cevap verdi insanlar maskeli ve havaifişekli insanlar çıktı sokaklara birileri de cevap versin karşı dursun bana zira kavgaya ihtiyacım var hani sıksam bir gırtlağı bir salkım üzüm gibi elimde ezilecek gibi geliyor bana ve kaldırım taşlarını boyamak istiyorum tanıdığım bildiğim insanların kanıyla kendi bıçağımla derin derin yaralar açmak istiyorum böğrümün ortasına ne türden bir siktiğimin bunalımı bok püsürü veya ruh hastalığıdır bilmiyorum ama bu kadar doğru bir hayat yaşamaktan bıktım bu kadar ufak problemli bir hayattan bezdim kendime söylediğim yalanlardan yoruldum susmaktan sıkıldım bu boktan monotonluğun bir nihayeti gelmeyecek sadece bu garip ve arsız kaşıntı işlerin boka sarmasını isteyen utanmazca bir talep aklımın en pis ve sapkın köşelerinden sızan ders çalışırken veya spor yaparken veya ne bileyim bir işle uğraşırken ne endişem kalıyor ne öfkem ne de sıkıntım ama sosyal yaşamın genelinden illallah ettim İLL-LLAL-LAH ettim şiddete acıkan insan mı olurmuş lan ne bileyim ben açım bir şekilde sanki yumruklarım sızlarsa ruhumdaki sızı dinecek bir sik değişecek toplum düşmanı falan olsam en azından şu hayata dair öfkemi kusmamın bir yolu olsa tüm insanlığı önüme toplayıp siktiri çeksem tersine ot ayıklasam istediklerimi toplayıp geri kalan her şeyi yaksam lan bu hitler olmak olmuyor mu bana neler oluyor da böyle lan bi dakka kendime otosansür yapıyorum şu an ne pis ne yalancı ne iki yüzlü ne tırsak ne pısırık bi adamım lan ben durun bi alın lan amına koyayım bak güzel bir türkçeyle doğru türkçeyle yazıyorum durun büyük büyük yazıyorum AMINA KOYAYIM oh be hah şöyle be noldu lan normlara ne oldu ahlak kurallarına bir amına koyayımla dağıldı hepsi neymiş lan düzen dediğimiz bok ne bok bir evrimmiş bu eğer evrimin geldiği şu anki son nokta bizsek daha evrimin çok yolu var çok yolu var hani inanılmaz uzun bir yol zira biz bir sikim değiliz çünkü çevreme bakıyorum ve sırf boş işlerle yarak kürek muhabbetlerle uğraşıyoruz etrafımda on adam varsa maksimum üçünün hayatında manalı bir amaç var düzgün bir yolu var ve bu amaçsız boş kitlenin içinde ben de varım ciddi bir mücadeleye girmem gerekmediği için ne acele etmem gerekiyor ne de kendimi bir şeye adamam bak sikecem belamı yine yapıyorum aynı boku sabah minnet duyduğum şeye akşam bela okuyorum bir okyanusa kafa üstü atmışlar beni yüzgeçler ve solungaçlar ve kuyruk ve suda rahat etmemi sağlayan her ne bok varsa artık çok da mühim değil ve ben de yüzebildiğim için fütursuzca bir oraya bir buraya yüzüyorum hareket alanı geniş olunca koşullar müsait olunca kaptırıp gidiyorum sadece zaten hesap vermemi gerektiren bir şey de yok ama esas hayalim karaya çıkmakken bunun için ölmeyi göze almam lazım zira biliyorum ki nah evrilecem öyle bir dünya yok ve en azından etrafımda bir dünya iki yüzlü var bu vicdanımı rahatlatıyor bu suçta yalnız değilim kimse öfkesini dışa vuramıyor herkes korkuyor keşke herkes kussa öfkesini nefretini keselim şu yalanları sımsıkı sarılalım ön yargılarımıza ve bencilliğimize ve ayrımcılığımıza homfobikler geyleri assın geyler homofobikleri siksin bitsin amerikadaki siyah beyaz soğuk savaşı ve sıcak savaşa dönsün olay bir ülke dolusu ırksal iç savaş daha temiz bir çözüm yok bütün sefil orospu çocukları birbirini temizlesin ve büyük bir miktar zaiyatın ardından tüm bu evrene ne kadar iğrenç orospu çocukları olduğumuzu kanıtlasak bir daha bu arada sağcılar solculara işkence etsin solcular da sağcıları kurşuna dizsin ve anarşistler her şeyi ATEŞE VERSİN çünkü ben ateşten korkarım müslümanlar hristiyanların kellesini uçursun hristiyanlar da müslümanları çarmıha gersin işte bu kimsenin kendini tutmadığı herkesin doğasındaki hayvanı serbest bıraktığı ütopya tabii ya haydi tekrar yalvaralım tufan için bu sefer nuh peygamber de olmasın ve boğulalım hepimiz zira BEN BOĞULMAKTAN DA KORKARIM ya işte böyle kurgunun gerçekten daha gerçek olduğu bir dünyada karikatür tipleriz bu sözümü unutmayın ve şunu da unutmayın içinizdeki vahşi hayvanı anneannenize babaannenize açamıyorsanız yalancı ve iki yüzlü ve palavracı ve korkak ve dönek kalacaksınız aynı benim gibi şimdi siktirin gidin allah da belanızı versin böylece belki yarın gerçekten güzel bir gün geçirirsiniz

4 Nisan 2014 Cuma

Yine Düşünce Tufanı

Ben kesinlikle belirli bir düzene ihtiyaç duyan bir adamım, bundan eminim artık. Önümde bazı işler var lakin bu işler somut değil; daha doğrusu oturup somut bir emek ürünü ortaya koymamı gerektirmiyor. Ya herhangi bir zamanda başlayıp herhangi bir zamanda bitirebileceğim işler, ya da yapılması gereken sosyal işler. Hal böyle olunca da düzenim bozuluyor zira benim yapacak işe ihtiyacım var; harekete, hıza ve çalışmaya ihtiyacım var. Boş duramıyorum. Sürekli sonraki adımın ne olacağını bilme saplantısı var kafamın içinde. Böyle bir şey özgürlük değil. Bu bağımsızlık değil. Kafamın içindeki bu saplantıyı ancak her hareketime sadece kendim karar verebileceğim zaman özgür olacağım. Şu aralar işle alakalı yığınla şey öğreniyorum. Finans ve borsa dolandırıcılığı, başarılı reklamların öyküleri, politik zaferler için yapılması gerekenler... Bu olanlardan gerçekten bir şey öğrenmem önemli yoksa mazide kalan bu adamların üstüne çıkamam ileride. Olabilecekken neden en güçlüsü, en başarılısı olamayayım ki? Öte yandan hayatıma bir yazar olarak da devam edebilirim, neden olmasın, kafamda en az dört roman var, hikayeleri saymıyorum bile. Günlük bir şeyi heyecan verici, olağanüstü, sürreal, vahşi, korkunç veya sapkın bir noktaya çekebiliyorum. Sonuç olarak olasılıklar sınırsız, insanı deli edebilecek bir düşünce bu. İktisatta kabataslak bir çeviriyle fırsat maliyeti diyorlar buna; bir sonraki en iyi seçeneğin kişiye maliyeti. Hal böyle olunca insanın kendisi için en iyisini daima bilmesi imkansız oluyor. İnsanoğlu hayatı boyunca defalarca hata yapmaya mahkum. Bu hataların bedelinin ne olacağını da bilemiyoruz, çıldırmak için başka bir sebep daha. Neyse uzak olasılıklara kafamı yorup da akıl sağlığımla oynamayacağım gecenin bir köründe. Dedim ya yapacak bir işim yok şu aralar diye, deli gibi dizi ve film izliyorum, sayısı uçtu gitti gerçekten, nasıl olsa yapacak bir işim yok, abuk subuk işlerle oyalan gitsin ne olacak. Bazen o kadar manasız yönlere çekiliyorum ki durmam ve gerçekten keyif aldığım bir şey yapmam gerekiyor öbür türlü akıntıya kapılıyorum ve sürükleniyorum boşu boşuna. Her geçen gün biraz daha görüyorum insan daima hayal kırıklıkları taşıyor içinde, en azından egosu şişkin olanlarda, çıtayı yüksek tutanlarda böyle oluyor. Benim yaşlarımdaki bu bekleme hali, bu son saniyeler durumu, bu bitse de gitsek sıkıntısı çirkin bir şey. Bazen sadece elime biramı alıp fener maçını izlemek ve başka bir şeyle rahatsız edilmemek istiyorum. Bırakın beni weboya ya da ne bileyim bekire falan küfredeyim, üçüncü şişe biranın ardından top biraz silikleşsin, ben bundan daha büyük mutluluklar aramıyorum ki, zaten eğlence ya da zevk ya da ne bok ise işte; nihayetinde olay büyüdükçe bana fazla gelmeye başlıyor, yoruluyorum, uykum geliyor, öyle olunca da eğlenmemiş oluyorsun. Günün çelişkisini de burada devreye sokayım; bazen de aşırıya kaçmak geliyor içimden ama onda bile kendimi ne bileyim manyak gibi dans ederken ya da abartı hareketler yaparken görmüyorum. Bazen hakkında söz sahibi olmadığım bir hayat yaşıyorum, durum böyle değilken de beceriksizce bir düzen kurup düzenin içinde ayakta uyuyorum. Bir arpa boyu kadar bile yol almıyorum.

9 Mart 2014 Pazar

Davullar çalıyordu
                             nasıl da ritmiktiler
Borazanlar ve flütlerden süzülüyordu notalar
                                                                   sarhoş başlarına dans eder gibi
Ve delilerin bağırışları öyle güzel
                                                  öyle kulak okşayıcıydı ki...

İşte o an uzattım göğe ellerimi
Uzaktı ellerim gökten uzak
                                          ve uçuyordu sanrılarım yıldızların ilerisine
Kahkahalarım vurdu bulutlara dalga dalga
Ve haykırdım yaşayan hiçbir şeyin olmadığı o noktaya
                                                                                  açılın
                                                                                           açılın özgür bir insan geliyor

Açılın
          açılın özgür bir insan geliyor
Bırakmış her şeyini bit pazarına
Delicesine sözleri
                           ve şakaklarında kor ateşiyle
Bir sınırsız insan geliyor
Açılın
          ansiklopedi maddesi gibi olan siz
                                                            ruhunu tozla boğmuş olanlar
Defolun
             defolun özgür bir insan geliyor

2 Mart 2014 Pazar

Sembolik Mizansen veya Zihnimin Derinliklerinden Polaroid Bir Fotoğraf

Gökyüzü tamamen bulutlu; gri bulutlar kapatmış gökyüzünü ve güneş yok, yağmur da yok. Kısa bir sokak mekan; darmadağınık her şey, dükkanların kepenkleri inik, çöp kutuları devrik, çocuklar oynamıyor, evlerin panjurları kapalı. Bulunduğum noktanın soluna doğru koşuyor bir genç adam elindeki tabancayı ateşleyerek koşuyor, üstündeki füme rengi palto uçuşuyor. Kafasındaki berenin altından birkaç tutam sapsarı saç gözüküyor. Sağ tarafımdan makineli tüfeklerin uğultuları yükseliyor, ve kurşunlar gözümün önünden geçiyor. Kafamı sağa çevirsem ateş edenleri göreceğim ama çocukça bir inatla yapmıyorum. Onlar yerine devrilen, sallanan, yıkık tabelaları izliyorum ve duvarlardaki kurşun deliklerini ve yerdeki boş kovanları ve sağa sola uçuşan çöpleri. Arkamdaki binaların önümdekilerden hiçbir farkı yok, aynı kepenkler, tabelalar, panjurlar, kurşun delikleri. Asfalta ve kaldırımlara bakıyorum, bombaların açtığı çukurlara. Genç adam kadrajımdan çıkar çıkmaz kendime bakıyorum.

Üstümde açık mavi kot ve beyaz v yaka tişört var. Ayakkabı giymemişim. Bileklerimde hiçbir şey yok. Elimde bir kitap tutuyorum; William Golding'ten Sineklerin Tanrısı'nı. Boşta duran elimi ise bir an fazlasıyla uzamış sakalımı sıvazlamak için kullanıyorum. Ellerimi sonra kitabın üstünde birleştiriyorum. Yeniden sokağın karşısına bakıyorum. Muazzam bir sükunet var üstümde. Yüzümde yarım bir sırıtış taşıyorum. Gözlerimin arkasında bir merak yatıyor. Manzaranın tadını çıkartıyorum. Bir beklenti kaplıyor içimi ve yanımda duran pikaba bir Louis Armstrong plağı takıyorum.

Ve sonra beklentilerimi boşa çıkartmayacak bir olay gerçekleşiyor. Tam karşımdaki binalara napalm bombası atılıyor. Bir anda her şey alev alıyor. Pencereler, dükkanlar, tabelalar; her şey, her şey alev alıyor. Yanan insanlar pencerelerden atlıyor veya kapılardan koşarak kaçmaya çalışıyorlar. İnsanların çığlıkları sağır edecek kadar güçlü. Bazıları sokağın iki ucundan birden ateş edilmeye devam eden mermilerle vuruluyor. Ne olursa olsun o mermiler ateş edilmeye devam ediyor. Binalar yanıyor, yanıyor, yanıyor. Ateşin korkusu ve görüntünün nefes kesiciliği kan akışımı hızlandırıyor. Havadaki yanık kokusu ciğerlerime iniyor. Gökyüzünün grisi canlı bir kırmızıya dönüşüyor. Yangına Louis Armstrong ve Ella Fitzgerald Dream a Little Dream of Me söyleyerek eşlik ediyor. Yukarı yükselen dumanlara ve göğün kızıllığına bakmak için kafamı yukarı kaldırıyorum alevlerin sıcaklığı tenime vururken.

Kafamı aşağıya indirdiğimde sokağın karşısında sol tarafta bir kadın görüyorum. Benim yaşlarımda bir kadın, orta boylu, kestane rengi düz saçlar ve açık kahverengi gözler ve açık bir ten rengi. Kıvrımlı bir vücudu var. Burnu ufak, sırıtış çarpık ve bakışları beni delip geçiyor. Üstünde siyah ince bir hırka, bir beyaz gömlek var, altına dizlerinin altında biten siyah bir etek giymiş ve ayaklarında siyah babetler. Gözleri benim üstümde. Saçları dalgalanıyor hafiften. Etrafını kesinlikle umursamıyor. Sağ eli çenesinin altında, sol eli ise sağ dirseğini tutuyor. O çarpık sırıtış dişlerini gösterdiği bir gülüşe dönüyor. Ellerini serbest bırakıyor. Yavaşça hırkayı çıkartıyor önce, üstüne dönüyor bakışları, gülümseme yok oluyor. Sonra gömleğin düğmelerini çözmeye başlıyor. Yarı yolda duruyor bir anda, gözlerini bir kez daha bana döndürüyor, o gülümseme yerine geri geliyor. Ellerini gömleğinden çekiyor ve eteğini çıkartıyor. Bacaklarının biçimi ortaya çıkıyor. Ağır, tasasız ve kendinden emin adımlarla asfalta adım atıyor. Ayakkabılarını yolda bırakarak, kurşunlara dokunmadan, yavaşça bana doğru yürüyor.

24 Şubat 2014 Pazartesi

Düşünce Tufanı

Günlük işleyişimiz hız üstüne, telaş üstüne, adrenalin ve stres üstüne. Bireysel işleyişten toplumsal hareketlenmeye kadar; bir matris üstünde sonsuz işlemlere dayalı bir algoritma yürüten bir bilgisayara benziyor olmalıyız dışarıdan. Her gün sınırsız cephaneyle namlusu asla ısınmayan daima ateş eden bir minigun gibi ses çıkartıyoruz uzaya; taktaktaktaktaktaktaktaktak... Devirdaim ediyoruz yorulmadan ve bu tempoya bağımlı oluyoruz, bu tempoya bağımlı jenerasyonlar yetiştiriyoruz. Yanılgı, mükemmeliyet, düzen, zaman gibi kavramları arkasında bırakmış ve logaritmik bir ivmeyle hızlanan bir hareket olarak devam ediyor uzay, yapılanların ve yıkılanların hiçbir değeri yok, ilerlemenin de gerilemenin de anlamı yok, kim, ne, ne zaman veya ne kadar sorularının manası yok, hareketten başka bir gerçek yok. Darren Aronofsky Pi filminde evrendeki her şeyin tek bir sayısal desen temeline dayandığını öne sürer, bence bir bakıma haklı, bir desen var lakin bu desen bir algoritmadan çıkmalı zira çok fazla bilinmeyen ve işlem var. Öyle karmaşık ve kaotik bir olgudan söz ediyorum ki bir bakış açısından tamamiyle durgun başka bir bakış açısından ölçülemeyen bir hızla ilerleyen bir olgu bu. İnsanın hayal edebildiği her şeyin gerçek olma ihtimali var derler; o zaman bu iddiamın da gerçek olma ihtimali var ve bu durum için bir istisna yaparak insan hatası ve insan algısının üstünde olan her şeyi göz ardı edeceğim. Sonsuz olasılık diye bir kavram var, iki sayı arasındaki sayılar kadar çok paralel evren mesela, doppelgagnerler; böyle düşünmeye başlayınca ne sınır var ne de bir son. Evrendeki her şey matematikle açıklanabilir belki lakin evrendeki her şeyi insanın matematikle açıklama ihtimali yok, en azından şimdilik yok, insan evrimi Einstein, Newton, Hawking, Arthur C. Clark, Noam Chomsky, Platon, Nietzsche, Mozart gibi isimleri gerizekalı çıkartana kadar yok. Bu blogu okuyan kimse insanoğlunun geldiği o noktayı göremeyecek, ben de göremeyeceğim, belki asla oraya ulaşamayacağız fakat biri ulaşacak, bir zaman ulaşacak, işte bu yüzden değeri olan tek şey hareket, önemli olan tek şey hareket. Gezegenleri asla tam olarak kavrayamayacağız çünkü illa yeni bir bilinmeyen denkleme dahil olacak, ölen, evrilen ve ortaya çıkan türlerin bir sonu yok. Geleceğe, yeniliğe ve değişime, bu kavramların gerçek anlamına gidebilmenin bizim için bilinen tek yolu solucan delikleri ki bırakın bir solucan deliğinin diğer tarafına çıkmayı, onlara girmenin bile yolunu bilmiyoruz, en azından kasıtlı olarak, diğer uçtan çıkmayı umabileceğimiz bir şekilde girmenin yolunu bilmiyoruz. Şu an dünya üzerinde yaptığımız, uğraştığımız onca işin sadece bizim için anlamı var, belirli bir mesafeden sonra insanların karıncalardan farkı kalmıyor. Bütün bu kavramlar bence korkutucu olmaktan alabildiğine uzak, aksine heyecan verici. Bir değerin olmadığını düşündüğün zaman bambaşka bir özgürlük kavrayışına varıyorsun, aslında hiçbir şey değiştirmiyor olmanın, bir hata olmanın zararının olmadığı düşüncesi insana bir şekilde rahatlık veriyor bence. Jim Morrisson'un kendine kertenkele kral lakabını takmasının bir sebebi var; kertenkeleler ekolojide hiçbir rolü olmayan canlılar, en azından bir araştırmaya göre böyle. Bu sonucun ardında muazzam bir özgürlük vaadi var ve bu muhteşem.  İnsanın neronları arasındaki uyarıların ne kadar hızlı ilerlediğini düşünün, bu sadece gözle bile görünemeyen bir hücreye bahşedilmiş bir özellik olamaz, evrende bu yetenekten nasiplenmiş milyarlarca hatta daha fazla şey olmalı. Veya ölümsüzlük; sınırsız rejenarasyonla mümkün olabilecek bir şey. Fakat hangi canlıya böyle bir lütuf denk gelecek hiçbir fikrimiz yok. Bu da evreni muazzam ölçülerde bir milli piyango yapıyor. Düşünsenize; aslanlar veya ayılar veya gergedanlar veya dinozorlar varken bir maymun cinsine akıl bahşedilmiş ve hesaplayabilme yetisi ve alet yapabilme yetisi. Bunun kadar akıl almaz bir piyango sounucu düşünebiliyor musunuz. İlk insandan bu yana ne kadar yol aldığımız önemsiz, çünkü her şey yol alıyor, her şey hareket ediyor. Kapasite diye bir kavram sadece bireysel boyutta var; bir toplum için veya bir ekosistem için kapasiteden söz edilemez zira birinin yetersiz kaldığı noktada diğeri devam eder. Dogmalar mesela, bizi geriye çekmekten ziyade başka bir yöne sürüklüyor ki gittiğimiz o yönde de durmuyoruz. 360 derece haeket edebilen bir sarkaç gibi bir yönden başka bir yöne sallanıyoruz. Üç boyutlu bir ortamda bir dakikalık bir değişiklik bile önemliyken dört veya daha fazla boyuta çıktığımız zaman yönün hiçbir değeri kalmıyor zira hesabı baştan yapmak gerekiyor, eski hesap yetersiz kalıyor. Sürekli anlam arıyoruz fakat bulduğumuz her anlamın bir noktada değersiz kalacağını unutuyoruz. Biz insan cinsi olarak yok olsak bile bir bakteriden başlayarak bizim gibi hatta bizden daha yetkin bir cinsin ortaya çıkma ihtimali her zaman var. İnsanın asla görmediği bir yüzü hayal edememesi de çok ilginç. Bunun gibi çıkmaz yolları olan sayısız özelliğimiz var, eminim. Durmak diye bir kavram yok, bir taraf dursa bile diğer taraflar harekete devam ediyor.

21 Şubat 2014 Cuma

Feryad

Kapısını çaldım titreyen ellerimle.

Saniyeler asırlar gibi gelmeye başlamıştı ki nihayet açtı kapıyı. Baktım ona, gözlerinin içine baktım, iri göz bebekleri vardı, gerçekten iri, ayna gibiydiler, o göz bebeklerinin içinde yıkılmış, darmadağın bir adamı görüyordum, kendimi. Şaşkınlık vardı gözlerinde, belki biraz da endişe.

Konuşmaya başladım.

Eeeh, şeyyyy, merhaba, gecenin geç saatinde geldim, kusura bakma, ama gelmek zorundaydım, gelmek istedim. Senden başka gidebileceğim bir yer yok zaten, başka kimseye gidemezdim, gidemezdim, başka kimse tahammül edemez senin bana tahammül ettiğin kadar, başka kimse bana veremez sende aradığımı, sende bulduğumu. Yüreğim göğsümü yırtacak gibi be yavrum, ciğerlerim içerden yanacak gibi, aklım kafatasımı kırıp dışarı çıkacak gibi, sadece sen iyi geliyorsun bana. Bilmiyorum, belki çok hızlı konuşuyorum, belki çok saçma konuşuyorum, ama anla beni be güzelim, kendime hakim olamıyorum, olabilsem burda işim ne. Leş gibi şarap kokuyorum, benim burnumun direği kırıldı kokudan, kim bilir sana nasıl kötü geliyordur nefesim, ama başımı sen döndürüyorsun be meleğim, şarap değil. Bi tutabilir miyim ellerini? Yumuşak ellerin, temiz ve sıcak, nerdeyse kendimden utanıyorum ellerini tutarken, pis kirli avuçlarımın arasında beyaz güvercinler gibi ellerin. Bekle bi dizlerimin üstüne çökeyim, ayakta durmaya ne mecalim var ne de niyetim, vuran vurmuş deviren devirmiş, bırak da bir de sen devir, hem seve seve çökerim ki dizlerimin üstüne senin karşında. Çok kötüyüm be bitanem, yerle bir olmuşum tek kelime itiraz etmeye vakit bulamadan, bi sen varsın elimde, varım yoğum sen kaldın. Şarap içinde boğulur oldum, yokluk içinde gömülür oldum, pislik içinde yatar oldum, yalnızlık içinde hapis oldum, affet beni, çok daha güzel, çok daha güçlü, başım dik, mağrur çıkabilmek isterdim karşına, hak edebilmek isterdim seni. Sefaletin müptelası olmuşum, manası yok yarınların sen yoksan, akıntıya çektiğim her küreğin cesaretinde ve inatçılığında sen varsın. Varsın olsun açlık, işsizlik, evsizlik, yalnızlık, acı ve keder ve öfke, yeter ki sen var ol hayatımda öyle ya da böyle. Nolur bakma bana şaşkın ve üzgün, nolur bakma bana ama öyle yüreği dağlanmış. Ben senin tenindeki sinek ısırığı olmaya dayanamam eğer ki  acı çekiyorsan. Çok konuştum, saçma sapan konuştum, dur, ben ne yaptım, çok yanlış iş yaptım, karşına böyle çıktım utandırdım seni, karşına böyle çıktım üzdüm seni. Gidiyorum ben belki bir daha gelmemesine, gidiyorum belki yarın sabah ayağının dibine bir kez daha gelmeye. Sarhoşum, çok sarhoşum, içim allak bullak, ben ne yapıyorum, ben gidiyorum, gidiyorum, hoşça kal gün ışığım hoşça kal, şafağa kadar ne yaparım bilmiyorum.

Güç bela doğruldum, döndüm arkamı yürüdüm, ağlıyordum nefes almadan, ağlıyordum dünyayı arkamda bırakmışım.

19 Şubat 2014 Çarşamba

Korkma Yeter

Yükseklere ulaşmaya yetecek iraden varsa ulaş yükseğe. Dünyayı yerinden sarsacak kudretin varsa sars dünyayı. Dağı taşı kana bulayacak kadar vahşet taşıyorsan içinde bula kana. Seyirci olmana sebep olacak yoğunlukta tiksinti yaşıyorsan git seyirci ol. Dilinden taşacak kadar fikrin varsa konuş ve susma bir daha fikirlerin bitene kadar. Kor kor yanan mutluluk varsa içinde sömür her bir kıvılcımını.

Yeter ki korkma, pısma. Yeter ki tutma kendini.

Korku, Öfke, Şiddet ve İnsanın Diğer Hayvani Yanları

Alfred Hitchcock'un Psyco'su, Wes Craven'in Elm Sokağı Kabusu, Ted Bundy, Charles Manson, Black Sabbath, Cannibal Corpse, Batman'deki Joker, vs. vs... İnsanların korkudan, öfkeden, şiddetten, delilikten ve sapkınlıktan aldığı bir haz var, bu yadsınamaz. Yoksa yukarıdaki örneklerden hiçbiri ortaya çıkmazdı. Fakat işin garip tarafı yok etmeye çalıştığımız, günah olarak isimlendirdiğimiz, kaçtığımız, kendimizi korumaya çalıştığımız şeyler de işbu kavramlar. Ortada ciddi bir çelişki var.

Korkudan başlayacağım. Korkunun insanın kaçması gerektiği bir şey olduğunu düşünmüyorum. Korku motivasyondur, ilhamdır yeri geldiğinde, yaşadığını hissetmeni sağlayan bir unsurdur. Ayrıca korku ile ilgili şeyler satıyor, bunu gerçek anlamıyla söylüyorum; Halloween filmleri mesela, çifter çifter çekildi, üstelik re-make yapıldı. Sadece o değil; Teksas Testere Katliamı'ndan tutun Testere'sine ne kadar korku filmi varsa en az üç filmi çekildi (bu noktada The Shining'in iyi ki de bir istisna olduğunu belirtmek zorundayım, öyle bir filmin devamı çekilse rezalet olurdu).

Sırada öfke ve şiddet var, bu ikisi ayrı ayrı konuşulmaz. Şiddet öfkenin dışa vurumudur. Hani yaşadıklarınız bir şakaklarınız arasında bir de yüreğinizde bir ateş yakar ya, hani öfkedir ya bu his, hani bir şekilde tepki vermek zorunda kalırsın ya; işte şiddet budur. Öfke ise harekete geçmek için muhtaç olduğun güçtür.

İnsanı diğer hayvanlardan ayıran şey düşünme kabiliyetidir derler. Bunu söyleyenler de nihayetinde bir hayvan olduğumuzu unuturlar. Kibrin köpeği olmuş dallamalar. Kimse kendini büyük ve yüce görmesin, hepimiz hayvanız en nihayetinde. Sadece hayvan olduğumuzu söylemeye yetecek kadar algılarımız geniş.

16 Ocak 2014 Perşembe

Şiddetin Anatomisi

İlk yumruğu suratında rastgele bir yere attı; amaç acıtmak değil şaşırtmaktı. İkinci yumruk bir dizi hareketin ilk adımıydı; karşısındaki şaşkın ve korkmuş adamın adem elmasına vurdu. Onu karın boşluğuna isabet eden ikinci bir yumruk izledi. Bu iki darbenin sonucu olarak kurban hem nefessiz kalmış hem de iki büklüm olmuştu. Üçüncü hareket dize atılan sert bir tekmeydi. Şimdi kurban dizlerinin üstündeydi. Son olarak surata bir diz atarak bu dörtlü zincir tamamladı saldırgan. Darbe sertti, eğer saldırgan kurbanı ensesinden iki eliyle kavramamış olsaydı sırtüstü düşecekti ama bunun yerine yüzüstü kapaklandı kendi kendine, secdeye duruyor gibiydi. Kurban acıyla bağırıyordu. Nefesini yeni kazanmıştı. Saldırgan karaciğerin olduğu yere bir tekme attı. Artık kurban yüzüstü, boylu boyunca yerde uzanıyordu, bir yandan da boğuk bir tonda inliyordu. Saldırgan karaciğere bir tekme daha attı ama bu sefer daha sert durdu. Son bir çığlığın ardından kurban sustu.

Eğer kurban çenesini biraz kapalı tutabilseydi bunların hiçbiri olmayacaktı.