25 Aralık 2010 Cumartesi

Belki

Yanlış anlama
Yaşamıyorum bunu bekleyerek ama
Gönlümün içinde ufak bir bölümde
Bir umut taşıyorum
Bir çakmak ışığı kadar
Mum ışığı fazla romantik çünkü

Peki ne ola ki bu umut
İzin ver de şöyle açıklayayım
Belki bir gün bunu okursun
Belki kafanda bir şimşek çakar
Hatta biraz da süslersek o anı
O sırada buğulu, kısık
Bir caz şarkısı çalıyordur belki
Tıpkı şu an çaldığı gibi
Belki bocalarsın
Belki zihninin derinliklerinden bir ses
Biliyordum der
Belki yüreğinin derinliklerinden bir ses
Evet diye haykırır
Ve belki, belki, belki...

20 Kasım 2010 Cumartesi

Şizofrenik Röportaj

Tanrı: Tanrı'ya inanırım. Benim inancıma göre O, biz çocukken bizi parklara götüren anne babalarımız gibi. Oyunlar oynamamıza, keşfetmemize ve en önemlisi hata yapmamıza izin verir ama aynı zamanda bizi korumak için hep oradadır, yalnız biz fark etmeyelim diye hep uzaktadır.

Şiir: İçgüdülerim de diyebilirim. Zorlama olarak da yazdığım oldu ama asıl olarak şiir bir anda ve düşünmeden, yok hayır yanlış oldu, kurgulamadan parmaklarımın ucundan dökülen kelimeler topluluğudur. Şiirlerim için kafa yormam, dönüp de bir daha bakmam, düzeltmem. Kafamda var olan şeyi kusmak; işte benim şiirle yaptığım şey bu. Bazıları bunu sanat olarak görüyor, ki doğrudur, ama ben şiiri sanat olarak hayal edemiyorum, belki de çok sıradanlaştırdığım içindir. Bazısı da beni yetenekli buluyor, oysa tüm yaptığım günlük kelimeleri artistik görünecek bir biçimde tekrar dizmek.

Aşk: Şıpsevdi bir adamım. Bir kadına çok kolay aşık olabilir, kendimi delicesine aşık olduğuma rahatlıkla inandırabilir, sonra da hayatıma soktuğum hızla o kadını çıkartabilirim. Aynı zamanda tembelim. Risk almaya, yaklaşmaya çok defa üşendiğimi bilirim. hiç kalp kırdım mı bilmiyorum, benim kalbimse kırılmadı, yok hayır, yanlış anlamayın, çok duygusuz veya çok özgüvenli olduğum için değil, öyle bir olay yaşamadığım için. Amacım doğru kadını bulmak ya da hayatımın aşkıyla karşılaşmak değil, sadece beni peşinde koşturabilecek kadını bekliyorum.

Müzik: Bazen kendimi anlattığım, bazen ruhuma rehber seçtiğim, bazen o anı yaşatmasını istediğim, bazense sadece kulağımı oyalattığım düzenli sesler. Müzik olmayan bir hayatı düşünmek çok zor geliyor, cidden.

Son: Bildiğin son, bitti, daha söyleyecek sözüm yok, bu kadar.

6 Kasım 2010 Cumartesi

Totaliter Rejim İnsanı

Minik bir kuş kafeste
Bir demir çubuk üstünde duruyor
Öylesine kabullenmiş ki orayı
Uçmak aklından bile geçmiyor

5 Ekim 2010 Salı

Kadınım

O zamana kadar çok güzel bir konser olmuştu. Sahnedeki şarkıcı en sevilen şarkılarını söylemiş, dinleyicileri eğlendirmesini bilmişti. Yeri gelmiş şarkılara eşlik etmiş, yeri gelmiş alkışlarla tempo tutmuş, yeri gelmiş hafifçe dans etmişlerdi.

Şarkıcı artık son şarkısını söyleyecekti. Dinleyicilerine şöyle bir göz attı. Aralarında bir kadın gözüne çarptı. Aşağı yukarı onun yaşlarında, uzun sarı saçlı, yeşil gözlü, güzel yüzlü, uzunca boylu, asil duruşlu, belki biraz da soğuk nevale bir kadındı bu gördüğü. Bir an için nefesi kesildi. Sonra ani bir hareketle piyanoya doğru yürüdü. Piyanistten nazikçe kalkmasını rica etti. Piyanist şaşırdı ama karşı çıkmadı.

Şarkıcı piyanonun tuşlarına dokunmaya başladığında, arkasında bir alkış koptuğunu hissetti. Çaldığı parça çok eski, bilindik ve sevildik bir parçaydı. Sonra tam da bu parçaya yakışacak bir şekilde, dokunaklı bir sesle şarkıyı söylemeye başladı.

Eşyalar toplanmış seninle birlikte, anılar saçılmış odaya her yere...

Tüm dinleyicilerin sesi soluğu kesilmişti. Şarkıcı çok içten söylüyor, dinleyenlerin yüreğine dokunuyordu. Zamanla bazılarının gözleri doldu, çakmaklarını sallayanlar bile çıktı.

Şarkıcının ise umurunda bile değildi. Aklı bambaşka bir yerde, geçmişteydi. Elleri karıncalanıyordu adeta, terliyordu, kalbi piyanoyu sustururcasına atıyordu. Kendini kaybedercesine çalarken şarkının son sözlerine geldi sıra.

... Elini ver bana, dışarıda üşüyorsun. Sen, kadınım...

Şarkı biter bitmez doğruca o kadının oturduğu yere doğru yürüdü. Ağzından döküldü kelimeler, istese de söyleyemezdi oysa ki.

"Peki ya sen, bu şarkıdaki kadar mağrur, bu şarkıdaki kadar naif ve özel misin? Bu şarkıdaki kadar hak ediyor musun sevilmeyi? Bu şarkıdaki kadar hak ediyor musun özlenmeyi? İkinci bir şansı hak ediyor musun? Hak ediyor musun affedilmeyi?"

Çıt çıkmıyordu. Şarkıcı o an öleceğini sandı, kalbi durmuştu adeta. Tüm gücünü toplaması gerekti kendini cevaplaması için.

"Hayır"

Sonra, döndü arkasını, çekti gitti. Spot ışıkları gözlerine vurmasa ağladığı fark edilmeyecekti. Sonra inanılmaz bir alkış koptu; dinleyenler şarkıcıyı, gözyaşlarını, o aşkı alkışlıyordu. Ne var ki, fark etmedi içlerindeki hiç kimse bu şarkının, bu sözlerin kime ithaf edildiğini. Fark etmediler, onun yanı başlarında ağladığını.

26 Eylül 2010 Pazar

Efkar

İçimden gelen efkarı yaşıyorum şu an. Anlatılacak bir şey değil. Sadece içimde varmış da yaşıyorum iki gündür. Sonum hayır ola.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Referandum

Herkese selamlar.

Bugün yapılan referandumdan evet sonucu çıktı. Büyük süpriz değil tabii ki. Hatta aslına bakarsanız evet çıkması öyle çok şey değiştirmeyecek.

Neden mi? Gelin biraz eskilere dönelim. 1950'ler de Adnan Menderes, DP'yle iktidara gelir. Halka eğilmeyen CHP'nin ardından yeni bir soluk olurlar. Ancak evdeki hesap çarşıya uymaz. "Küçük Amerika" modeli fayda yerine zarar getirir, dış borçlar başlar, üretim durur, ekonomimiz Amerika'nın ellerindedir, dış politikada ABD'nin papağanı kıvamına gelinir, Kore savaşına -ki aslında bizle alakası yoktur, bütün derdimiz NATO'ya girmektir- asker gönderilir, yüzlercesi ölür, yaralanır, sakat kalır, üstüne bir de 6-7 eylül olayları yaşanır, 1960'ta ilk darbemiz gerçekleşir, başbakanımızı asarız -ki tek asılan o olmayacaktır-. 1961 anayasası o dönemde yapılan belki de tek doğru harekettir.

60'lar-70'ler arasında Türkiye sağ-sol kutuplarına bölünür, bu iki grup kedi köpek gibi birbirine girer, üniversitelerde silahlı öğrenciler kimseyi şaşırtmaz hale gelir, 71'de muhtıra yayınlanır, böylece ordu siyasete bulaşmaya başlar -bu da 80 darbesi ve 82 anayasasına zemin hazırlar-, Kıbrıs'a harekat yapmak zorunda kalırız. Ve nihayetinde Cumhuriyet tarihinin yüz karası 1980 darbesi olur, solcu liderler asılır, yığınla politikacı mahkum olur, ağaçtan elma toplanır gibi solcu toplanır, işkence görenler olur, hatta öyle ki solcu bir şairin şiirlerini saklamanız bile tutuklanmanız için yeterlidir. Sağcılar nispeten ucuz atlatır. 84 yılında ise PKK terör örgütü kendini gösterir -ki bugün hala başımızı ağrıtmaya devam ederler-.

Özal dönemi hariç, darbenin ardından siyasi istikrarsızlık dönemi başlar, koalisyonlar, başbakanlar adeta havada uçuşmaktadır. 90'larla birlikte muhafazakarlar Türkiye'de etkin olur, 2001'de kriz çıkar, ekonomi altüst olur. Günümüzdeki siyasi duruma ise 2002'de AKP'nin iktidar olmasıyla gireriz. AKP günlerindeyse durum malum; laiklik tartışmaları, Ergenekon, AB'nin peşinden koşmalar, yolsuzluk iddiaları vs. vs. vs...

O yüzden, baylar bayanlar, biz referanduma gelene kadar kırk ceviz kırmışız, referandumdan evet çıkması bize koymaz.

6 Eylül 2010 Pazartesi

Tek Bir Şey

Gökteki yıldızlara katılmak istiyorum.

29 Ağustos 2010 Pazar

Gerçekler

Sadece hayaller mutlu sonla biter. Çünkü hayallerde mücadele etmen gerekmez, çünkü hayallerde güçlü olman gerekmez, çünkü hayallerde ipler zaten senin elindedir. Hayallerde ne şansın döner, ne bir terslik olur, ne de başka her hangi bir sıkıntı çekersin. O senin dünyandır ve senden başka kazanan olmaz, olamaz.

Oysa, gerçek hayat bu kadar basit değildir. Gerçek hayatta güçlü olman, ayakta durman gerekir. Pes etmemen, düşmemen, vazgeçmemen, bırakmaman gerekir. Hayatta kazanacaksan kafanı toparlayacaksın, nerede ne yapman gerektiğini bileceksin. Sabır ister hayat, emek ister, inat ister. Ve tabii ki kaderin de yüzüne gülmesi gerekir.

Başarı gökten düşmüyor, prestij, saygınlık, güç ve onur gökten düşmüyor. Tırnaklarınla kazımadan kazanamıyorsun. İşler gerçek hayatta, hayallerdeki kadar kolay yürümüyor.

İşte 94 yaş grubu sezon finalinin özeti buydu herhalde.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Ben

Gece çok geç bir saat değil. Ve yalnızım şu an, benimle tek konuşan, zihnim. Geceyi de yalnızlığı da seviyorum. Ama yalnızlığın azı güzel. Bazen, bunaldığında kalabalıktan ve seslerden, bir boşluk aradığında kendine, o zaman kendine ayıracağın bir müddet, işte o zaman güzel yalnızlık. Geceye gelince, ben doyamıyorum gecelere. O karanlığı, o serin havayı, gecenin verdiği mahremiyeti, özgürlük hissini ve o özgürlük hissinden aldığım cesaret ve heyecanı seviyorum. Yine de dayanamazdım hep geceye, gözlerim arardı ufukta doğacak güneşi.

Lütfen bu yazıda saçmalamama izin verin, çünkü saçmalamak benim de hakkım olmalı. Biraz zihnimi boşaltmak, düşünmeden yazmak, keyfi davranmak istiyorum, buna ihtiyacım var. Çünkü ben değiştim. Tamamen değil ama, biraz. İçimde var olan bir güdü serbest kaldı. Artık pişmanlığa yer yok gönlümde, işte bunu değiştirdim ben. Artık duraksamak yok, çekinmek yok, endişelenmek yok. O an hissettiğimi yapacağım artık. Hani gittim ya Londra'ya dil okuluna, ben orada asıl bunu öğrendim, içimden geleni o anda yapmayı. Tabii ki bu bir günde olmayacak, her gün biraz daha, biraz daha açılacağım.

Peki müsaade ederseniz bir soru sorabilir miyim sizlere? Ben kimim, neyim, nasıl tanıyorsunuz beni? Eminim herkesin aklına belli bazı ortak şeyler geldiği gibi, kişiden kişiye değişen cevaplar da vardır. Ve ben işte en çok o değişken cevapları seviyorum kendim hakkında. Çünkü değişmek, kendini yenilemek, bu çok güzel bir duygu. Kendini farklı, kendini özel hissetmek; hepimizin istediği bir şey bu. Ben de bunu başardığıma inanıyorum, Ali Kazgan'ın tanıdığınız diğer insanlardan ufak da olsa bir farkı olduğuna inanıyorum. Kabul ediyorum; çok narsist, çok budalaca bir düşünce bu, ama buna inanıyorum işte ve eğer gerçekten haklıysam, benim bu hayattaki başarım işte budur.

Şu hayatta çok istediğim bir şey var, seneler seneler sonra, ben artık yaşlı bir adam olduğumda ve geriye dönüp hayatımın çetelesini tuttuğumda, yaşadıklarımdan mutlu olmak istiyorum. Son günlerimde kendimle gurur duyabileyim istiyorum. Hayatımın sonu, kendi işimi kendim göremeyeceğim zamandır benim için, yaşla başla bir alakası yok. En azından ben buna inanıyorum.

Daha kendimi anlatabilirim aslında, bıkmadan yazarım saatlerce. Ama artık harfler istediğim hızla dökülmüyor parmaklarımdan. Zihnim yoruldu. Bu da bu yazının sonu demek oluyor. Umarım kafanızı şişirmedim. Hoşçakalın, şimdilik.

25 Temmuz 2010 Pazar

Uçurum

Amcasının yazlığına, Bodrum'a gelmişti. O gün nihayet, senelerdir gitmek isteyip te gidemediği o uçuruma gidebilecekti. Ocak'ta 18'ine girmiş, Temmuz'da da ehliyetini almıştı. Bütün sabah aklında dönüp durmuştu; gece olacak, amcasının eski Ford Mondeo'sunu alacak, güç bela uçuruma çıkacaktı. Allahım, o nasıl bir manzaraydı acaba öyle? Orada, çimenlere yatıp yıldızlara bakacak, suya yansımalarına bakacaktı, saatlerce.

Nihayet akşam oldu, amcasının eski Ford Mondeo'sunu aldı, güç bela uçuruma çıktı. Arabadan inip üç adım yürüdü. Sonra, duvara çarpmışcasına durdu. Gözleriyle gördükleri, bacaklarını felç etmişti.

İri mi iri, parlak mı parlak, insanın nefesini kesen bir dolunay vardı. Gökyüzündeki tüm bulutlar o gece toplanmak için özellikle başka bir yeri seçmiş gibiydi. Ve yıldızlar, yıldızlar her yerdeydi. Gecenin siyahından fazla yıldızların beyazı vardı. Her biri bir meşaleymişcesine yanıyordu. Ufuk çizgisi, sanki gündüzmüş gibi belirgindi. Deniz bir aynaydı, tüm yıldızlar ve dolunay eksiksiz, bozulmadan gözüküyordu. Dünyada iki tane gökyüzü var gibiydi; biri yukarıda, biri aşağıda. Dalgaların sesi o kadar zayıf, o kadar hafifti ki, çıt çıkmamasına rağmen zor duyuluyordu. Uçurum, bütün koyu ortalamış gibiydi; koyun iki kolu, önünde alabildiğine uzanıyordu. Kollardaki her bir ağaç, her bir çalı, her bir taş seçiliyordu ay ve yıldızların altında.

Uçurumun ucuna kadar yürüdü. Yerlerdeki çimenler taştanmışcasına dimdik duruyorlardı, en zayıfından bir meltem bile esmiyordu. Nefes almak sanki bu görüntüyü bozacakmış gibi geliyordu, kalbi atmaya korkuyordu, vücudu hafif hafif salınıyor, ama ona itilmiş bir hacıyatmaz gibi sallanıyormuş gibi geliyordu. Bütün cesaretini toplayıp yüzüstü uzandı. bulunduğu noktadan, av arayan bir şahin gibi hissediyordu kendini. Gözlerini bir an bile yıldızlardan, aydan, denizden, topraktan ayıramadı.

Şafak söktükten hemen sonra kalkıp arabaya bindi ve eve döndü. Bir daha da oraya çıkmadı. Uçurumu özlediğinde gözlerini kapaması yeterli oluyordu.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Portre

Omzuna kadar dökülen siyah, düz saçları vardı. Şampuanı neydi bilmiyorum, ama güzel kokardı ve saçları yumuşak olurdu. Perçemi dar alnını ve yay gibi kaşlarını kapar, hatta biraz da gözlerine inerdi. Kopkoyu, saf yeşil gözler. Fakat o gözleri görebilmek için yakından ta içine bakmanız gerekirdi. O zaman o gözlerdeki sevecenliği, neşeyi, heyecanı görürdünüz. O gözlerin ardında tipik ufacık bir kız burnu vardı. Ve burnun altındaysa dolgun ve geniş dudaklar dururdu. Dudaklarında, her erkeğin fark edip alınabileceği fakat istemsiz bir şehvet ifadesi olurdu. Ama beni etkileyen şeylerden biri değildi o şehvet ifadesi, hayır. Ben gülüşünü severdim, beyaz, bakılmı, gene de ufak ve belli belirsiz lekelerin, dikkatle bakıldığında gözüktüğü dişlerini çıkartarak, dudaklarını incelterek yayıp gülmesini. Burnu gibi ufacık bir çenesi vardı. Yanakları da öyle dolgun sayılmazdı. Kulakları genelde saçlarından gözükmezdi, fakat bir kaç kere belli belirsiz bir kepçelik olduğunu fark etmiştim. Teni bembeyazdı ve güneş altında birkaç dakika hemen pembeleşmesine yeterdi.

Onu, boş boş otururken sanki Tanrıymışcasına tasarladığım anlar dışında hiç görmedim.

20 Haziran 2010 Pazar

Yalanlar Ve Gerçekler

Herkese selamlar.

Bugün Babalar Günü. Bugün babaların günü. Bugün, babaların mutlu olmaları gereken bir gün. Fakat bugünden itibaren, Türkiye'deki 11 baba için Babalar Günü; oğullarının kabirlerine gidecekleri gün, onların yasını tutacakları gün.

Türkiye'de politikanın iki yüzü vardır; yalanlar ve gerçekler. Yalanlar; "-yoruz"lu, "-acaktır"lı, "-rız"lı cümleler, reform ve kalkınma vaatleri, iktidar eleştirileri, "milletimizin başı sağolsun", "vatan sağolsun", "kanları yerde kalmayacak", "vatana, millete feda olsun"dur. Hiçbir ana-baba, evladını kimseye ve hiçbir şeye feda edemez, gerçek budur. Gerçek; evlat acısıdır. Vatan uğruna, millet uğruna, bayrak uğruna ölen oğullarının kaybını; vatan, millet ve bayrak hatrına sineye çekebilir, bağırlarına taş basarak susabilirler ancak. Türkiye'de gerçekler askerlerin tabutları, ailelerin göz yaşları, yoksulların ahı, gücü olanların doymak bilmez açgözlülüğü, 84'ten beri bitmeyen, çaresizlik içinde kalınan terör, dış politikadaki acizlik ve çıkar savaşlarıdır. Gerisi teferruattır.

Ben bu siteyi; güncelden, gündelik hayattan bir anlığına da olsa kaçmak için kurdum. Fakat böylesine bir acıdan, yastan kaçmak mümkün değil. Böylesine bir kederden bahsetmemek, susmak mümkün değil. Çünkü biz sustukça, bu kısır döngü bozulmuyor, sürekli dönüyor, dönüyor, dönüyor.

4 Haziran 2010 Cuma

Ufak Mısralar

Ben sana fotoğraflardan tutuldum
Sesini de duymamış olsam
Elini de tutmamış olsam
Tutuldum fotoğraflardaki o ilahi yüze

----------------------------------------

Her yerdedir şeytanın yardakçıları
Görürsünüz onları gazetelerde ve ekranlarda
Bağırır, çağırır, asar, keserler
Ellerindeki kanlardan tanırsınız onları
O kanlar yoksulların, erlerin, işçilerin kanlarıdır

----------------------------------------

Moda'lıdır benim gönlüm
Her sabah içine çekerek uyanır deniz kokusu
Öğlenleri gezinir sokaklarında
O sokaklar ki sanki tembelce uyuklayan
Yaşlı adamlar gibi sessiz ve dingindir
Veya Kulüp'tedir, havuz kenarında
Keyifle güneşleniyordur belki de
Her gece sarhoş çıkar Koço'dan
Moda'lıdır benim gönlüm
O küçücük burnu mesken tutmuştur şu koca dünyada

-----------------------------------------

Gözler ışıklara benzer
Bazen canlı, bazen mat
Kimi zaman parlak
Ve solgun kimi zaman
O gözlerde belki bir gün
Okursun tüm duyguları
Bir gün gelir tüm o duygular
Kaybolur
Ve elbet bir gün gelir
O gözler hep soluk, hep boş
Hep karanlık kalır

18 Mayıs 2010 Salı

Aile

Herkese selamlar.

Hiç unutmayacağım bir haftasonuydu benim için. Çünkü, bir bakıma ailemle, ailemdeki iki kişiyle yeniden tanıştım. Elbette ki zaten çok özeldiler benim için, lakin bu haftasonu benim kalbimde çok daha derin bir yer kazandılar.

Annemle babam tatile gitmişlerdi, ben de İstanbul'da kalmaya karar verdim (A takımımın maçları vardı). Bütün haftasonu da onlarda kaldım. Koşullar ne olursa olsun benimle ilgilenmeleri, sık sık arayıp sormaları, benimle vakit geçirmeleri, ellerinden geldiğince yardım etmeye çalışmaları, bana güvenmeleri... beni inanılmaz etkiledi. Çok da keyifli bir haftasonuydu. Bir kez olsun İstanbul'da kaldığıma pişman olmadım.

Onlarlayken, tıpkı filmlerdeki gibi bir aile ortamı yaşadım. Mutluydum. Tabii ki bu, anne babamın benimle ilgilenmediği, bana soğuk davrandıkları, beni önemsemedikleri anlamına gelmiyor. Aksine, onlar benle tıpkı annem babam gibi ilgilendi.

Bu yüzden bu bir teşekkür yazısıdır. Sevgili İlgin ve Pati, sizlere ne kadar teşekkür etsem az. Sizi çok seviyorum. Bu iyiliğnizi asla unutmayacağım.

9 Mayıs 2010 Pazar

Annem

Herkese selamlar.

Öncelikle tüm annelerin anneler günü kutlu olsun. İyi ki varsınız, iyi ki bizimlesiniz. Anneler gününün şerefine burada benim için çok özel birini anlatmak istiyorum.

Şimdi anlatacağım kişi bazen huysuz, bazen hırçın olmakla birlikte, asil, zeki, hoş sohbet, naziktir. Çok planlı programlı hareket eder. Şıktır ve çok zevklidir. Çok kolay hastalanır. Özellikle hastane ve polisiye türü amerikan dizilerini çok sever, ayrıca gerilim, macera ve dram filmlerinden hoşlanır. Buna rağmen çok fazla televizyon izlemez, kitap okumayı tercih eder. Park etmekle ilgili bazı sorunlar dışında gayet iyi araba kullanır. Boğaziçi mezunudur. Bana ders çalışmam için sürekli baskı yapar, hiçbir notumu beğenmez. Yemek pişirmek konusunda kendini son zamanlarda inanılmaz geliştirmiştir. Teknolojik aletleri gayet güzel kullanabilir, ama kullanmak istemez. Uzun saç sever, saçlarımı kısa kestirdiğimde kavga çıkarır. Sık sık onu kızdırsam, usandırsam da, onu çok seviyorum.

Anneler günün kutlu olsun annem.

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Beklenenler Listesi

Herkese selamlar.
Geçen her günle birlikte ortaya çıkan yeni şeyler; yeni film, albüm, maç, konser, kitap, icat vs. vs. insanlarda bir beklenti uyandırıyor. Ben de bunun üzerine kendi beklentilerimi listelemeye karar verdim.

Aklıma gelen ilk şey Iron Man 2. Açıkçası ilk filmi pek de beğenmemiştim, demir zırhıyla gezinen bu Tony Stark elemanını da pek sevdiğimi söyleyemem, ama AC/DC ve filmin kötü adamı (ismini, ne ayak olduğunu falan bilmiyorum ama arıza tarzı hoşuma gitti) fikrimi değiştirtti. Ha, bir de Scarlett Johannson varmış galiba, hmmm o da iyi olur tabii, biz bizeyiz zaten, yalana dolana gerek yok.

Sonrasında, 25-27 Haziran tarihlerinde Sonisphere Festival olacak, ki yer gök inleyecek, İnönü Stadı yıkılacak, Beşiktaş stadsız kalacak, Yıldırım Demirören verdiği vereceği izne lanet okuyacak vs. vs... Metallica, Slayer, Anthrax, Heaven&Hell, Manowar, hele ki Megadeth geliyor, Allahım, Türk metalci kitlesi olarak biz de sana geliyoruz! Rammstein de gelecek ama pis onlar, o yüzden saymıyorum onları.

Yaz Tatili içimi yakan bir özlem oluyor her geçen gün, o da gelse de rahatlasak bir an önce. Okul bu sene illallah getirtti, sutopu da bu sene beni bayağı bir yordu, bu sebepten çok iyi gelecek. Şöyle tembelce oturmak, sabahtan akşama sokaklarda sürtmek, öğlen uyanmak... Sabırsızlıkla bekliyorum.

Bir de Nihayet Eski Dostlarla Buluşma'yı bekliyorum. İsim vermeyecek olsam da uzun zamandır görüşemediğim o kadar çok kişi var, hangi biriyle nasıl görüşeceğimi hiç bilmiyorum. Hepsi de çok özlediğim insanlar, bakalım nasıl kalkacağım altından.

Gene gevezeliğim tutmuş yazdıkça yazmışım. Ben artık yavaştan kaçayım, siz de kendinize iyi bakın.

18 Nisan 2010 Pazar

Gitmek

Herkese selamlar.

İlkbahar bütün güzelliğiyle gelmişken, güneşli günler ve ılık havalar birbirini kovalarken, benim de içimde inanılmaz bir gitmek isteği, bir özgürlük arayışı doldu. Yani, herşeyi bırakmak, gitmek, yürümek istiyorum. Hiçbir bağ, sorumluluk, yük, amaç almadan gitmek, uzaklaşmak istiyorum.

Hatta öyle ki, ne zaman yola çıkacağımı bile seçtim; gün yeni yeni batarken, hafif bir meltem bana eşlik ederken, biraz ürpertiyle, arkama bakmadan ama son bir kez ardımda bıraktıklarımı düşünerek, güçlü bir nefes verip yola çıkacağım. Ne kadar, nereye, nasıl gideceğim önemli değil, sadece gideceğim.

Ama hala buralardayım, evimde oturmuş, size hayalimi anlatıyorum, ve hatta birazdan evden çıktığımda ne tek başıma olacağım, ne yanıma hiçbir şey almamış olacağım, ne de bilinmezliğe gidiyor olacağım.

Bir gün sizlere gerçekten bu hayalimi gerçekleştirdiğimi söyleyebilmek dileğiyle, hoşçakalın.

2 Nisan 2010 Cuma

Sönen Aşkın Hikayesi

Büyük, şık bir evim olduğunu yeniden hatırladım salonuma girdiğimde. Hemen ardından karımın çok zevkli bir kadın olduğunu da itiraf ettim bir kez daha kendime. Ev sıcak olmasına rağmen ceketimi üstümden çıkarmadım, ceket giymeyi ve ceketin verdiği o havayı seviyorum. İlk başta yeni çöken akşamı izlemek için pencereye yöneldim, ama sonra gözüm boy boy çerçeveler içindeki resimlere takıldı ve sanki beni kendilerine çekiyorlarmış gibi onlara yöneldim.

Resimlerden ilk gözüme çarpan evlenmeden önceki ilkbaharda çektirdiğimiz bir haftasonu kaçamağı resmi oldu. Ben, o zamanlar nişanlım olan karım, Sinan, Sinan'ın sevgilisi Buse ve ev sahibi Çağla gitmiştik. Ev Yalova'daydı, tam olarak Yalova'nın az dışında. Deniz kenarında, bir tepenin dibinde, bahçeli, harikulade bir yazlık eviydi. Tepeye çıkıp piknik yaparken bir anda karım boynuma sarılmıştı, Buse de bu anı ölümsüzleştirmişti. Karıma dikkatle baktım. Yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. Son zamanlardaysa ne böylesine güldüğünü gördüm, ne de sarıldığını hissettim. Hatta öyle bir haldeyiz ki, omzuma dokunursa kendimi şanslı sanıyorum.

O fotoğrafın hemen sağında ondan da eski bir fotoğraf vardı. Yeni yeni buluşmaya başladıkları yıllarda, Aşiyan kıyısında çekilmişti. Arkadaşlıkla aşk arasındaki o ince çizgideydik. Yanımızda karımın en yakın arkadaşı Mine vardı, o dönemde yeni çıkmış fotoğraf makinelerinden almıştı ve neredeyse her şeyin fotoğrafını çekiyordu. Onlardan biri de buydu işte.

Bir anda anılara daldım. Resmin çekildiği günden ziyade, geçen aylara gitti aklım. Yatak odamızda, yatağımıza uzanmıştık. Ben kitap, o dergi okuyordu. Herhalde o akşam yaktığı on beşinci sigara falandı ki, kendimi tutamadım.
-Farkında mısın, bu aralar inanılmaz çok sigara içiyorsun.
Yanıtları epey sert olmuştu.
-Sıkıntıdan. Bütün akşam eve tıkılıp kalıyorum. Beni hiç dışarı çıkarmıyorsun. En son ne zaman beraber dışarı çıktığımızı hatırlıyor musun?
-Hayatım, biliyorsun, işte sık sık fazla mesaiye kalmam gerekiyor, eve bitik dönüyorum.
-Bana sakın ne kadar yoğun olduğundan bahsetme! Bal gibi de istemediğin için çıkmıyoruz, yalan söyleme bana. Hadi dışarı çıkmıyoruz, evde bile keyifli bir kaç dakika geçiremiyoruz.
Sonra, sustu. Bütün iç sıkıntımızla okuduklarımızın başına döndük.

Sanki önceden kurgulamışım gibi, yeni bir fotoğrafa el attım. Ortaköy'de kahvaltı ediyorduk. bu sefer Kemal, Şebnem ve biz ikimiz vardık. Karımın yüzünde zoraki bir gülümseme vardı, ben o kadarına bile zahmet etmemiştim. Temasımız bile yoktu birbirimize. Öncesindeki gece kavga etmiştik.

O sırada telefonuma bir mesaj geldi. Mesajı şirketin İnsan Kaynakları Müdür Yardımcıs Nihal göndermişti:
-Haftasonu boş vaktin var mı, seni özledim.
Gülümsedim. Aslında kendimi suçlu hissetmeliydim, ama en ufak bir rahatsılık bile duymuyordum. Benim mi karıma, karımın mı bana yaptıkları daha zalimceydi bilmiyorum.
-Senin için her zaman boş vaktim var.
Mesajı gönderdikten sonra, tüm mesajları sildim. Fotoğraflara genelden şöyle bir baktım, içim karardı. Sıkıntıyla başlarından ayrıldım.

Tam büyük, rahat koltuğa oturmuştum ki, merdivenlerden karım indi. Koyu mor elbisesi içinde oldukça zarif ve güzeldi, ama artık beni etkileyemiyordu. Ona baktıkça kendimi buzullar üstünde yapayalnızmışım gibi hissediyordum. Kendime niye ısrarla devam ettiğimizi sordum. O an aklımdan neler geçmedi ki; boşanıyoruz, ben Niahl'i alıp uzun bir tatile çıkıyorum, hatta sonrasında evleniyoruz, çocuklarımız oluyor...

Ama hepsi bir an sürdü. Sadece kısacık bir an. Sonra dünyaya döndüm. Ayağa kalkıp karımın yanına gittim. Tek kelime etmeden dışarıya çıktık, sahte oynumuzu oynamaya.

29 Mart 2010 Pazartesi

Köprüler

Herkese selamlar. 

Bugünkü mesele insanlarla, tanıdıklarımla, sevdiklerimle aramdaki ilişkiler. Son zamanlarda bazı insanlardan ne kadar koptuğum, zahmetle kurulan köprüleri nasıl da yıkmak üzere geldiğim. İnsan ilişkileri üç şeye dayanır; sorumluluklar, kendi isteklerimiz ve karşımızdakilerin istekleri. İnsanlar genelde sorumluluklarına ve kendi isteklerine eğimlidir. Fakat karşımızdakilerin isteklerini göz ardı edemeyiz, etmemek zorundayız, çünkü bizi yalnız kalmaktan koruyan yegane olgu budur.

Son haftalar içinde belki de yığınla yanlış karar verdim, belki de yığınla insanı yüz üstü bıraktım. Eniştem, bebeklik arkadaşım, bir sürü eski arkadaşım, tanıdıklarım ve daha nice aklıma gelmeyen kişi; kimisini yüz üstü bıraktım, kimisini unuttum gitti, kimisnle işime geldikçe görüştüm, kimisini umursamadım... Ve böyle uzar gider. Bakın, kolay pişman olan biri değilimdir, ama üzülmesini bilirim. Şu anda da üzgünüm, hatta pişmanım. Biliyorum, en sonunda gene herkes memnun kalmayacak, göz ardında elbet birileri kalacak, ama en azından sizlerden özür dileyebilirim. Ve elimden geldiğince bozduklarımı telafi edeceğim. 

Not: Sevgili, biricik Pati ve kan bağı hariç her anlamda kardeşim olan, kardeşimden öte olan Nedo, bu yazı en çok sizin için.

8 Şubat 2010 Pazartesi

Çalışma Masam

Herkese selamlar.

"Çalışma Masam", bir film, bir kitap ya da bir hikaye değil. Bir şiir de değil, bir anı da. "Çalışma Masam"dan kastettiğim şey gerçekten de tahtadan, ufak bir park manzaralı çalışma masam.

Peki ben delirdim mi de çalışma masamı anlatıyorum, çok mu özel, eşi benzeri mi yok, doğaüstü bir özelliği mi var? Hayır. Benim çalışma masam sıradan bir masa. Ama gene de bu masa diğerlerinden farklı; çünkü bu masanın üstünde düşüncelerim, hayallerim, umutlarım, fikirlerim var. Yazdığım şiirler, aldığım kararlar, bulduğum fikirler bu masanın başında gerçekleşti. Manzarama bakıp, hevesle hayal ettiğim yer masam.

Ev içinde vaktimi en çok geçirdiğim yer masam. Ödev de yapsam, oyuın da oynasam, televizyon da izlesem onun başındayım. Bir bakıma özdeşleştim onunla. Altı üstü tahtadan bir yüzey ve iki ayak olmasına rağmen, yanı başında yaptıklarım masamı özel yapıyor sadece benim için.

Bazıları beni anlayacaktır; çünkü bu, vefat eden bir sevdiğinizden kalan bir eşya veya çocukluğunuzu geçirdiğiniz oyuncak, hayran olduğunuz bir ünlüden aldığınız bir hatırayla kurduğunuz bağa benziyor. Onları özel yapan eşyanın kendisi değildir de üstlerindeki anılardır ya, işte bundan söz etmeye çalışıyordum.

22 Ocak 2010 Cuma

İlk Gün

Herkese selamlar.

Özerk Bölge günlük hayatlarımız içinde bir dakika durup nefes alabilmek için yarattığım bir alan. Bu blogun belirli bir konusu olmayacak, herhengi bir konu hakkında konuşulabilir. Ağırlıklı olarak müzik, sutopu, filmler ve anılarımdan söz edeceğim, çünkü bunlarla ilgileniyorum ve bunları biliyorum. Bunun dışında burada yayınlanmasını istediğiniz bir şey varsa yorum olarak yazabilirsiniz.

Kendimden de kısaca bahsedecek olursam 15 yaşındayım, İstanbul Yüzme İhtisas Kulübü'nde sutopu oynuyorum, rock müzik tutkunuyum, Almanca ve İngilizce biliyorum, St. Georg lisesinde okuyorum, şiir yazıyorum, Heroes ve South Park izliyorum.

İlk gün için bu kadar. Biraz kısa olduğunun farkındayım ama tanıtım için bu kadarının yeterli buldum. Kendinize iyi bakın, yakında görüşürüz.